10 Kasım 2021 Çarşamba

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

 Bugün 10 Kasım, Atatürk'ün ölümünün 83. yıl dönümünde onu sevgiyle ♥, saygıyla anarken, bu eski yazımı yeniden koymak istedim.

Ayrıca, Atatürk'ün şeyhlere, tarikatlara neden karşı olduğu, tekke ve zaviyeleri neden kapattırdığı, neden kapatılması gerektiğini "Badeci Şeyh Mağdurlarının Mahkeme / karakol ifadeleri"ni okuyunca anlamayan kimse kalmayacak.

Badeci Şeyh Mağdurlarının İfadelei


Her zamanki gibi yazımı beş yaşındaki çocukların bile anlayabileceği kadar sade bir dille yazdım. 

İlk önce Peyami Safa'nın ünlü sözünü hatırlatayım:

"Suçlamak, anlamaktan daha kolaydır. Çünkü anlarsan, değişmen gerekir."

Atatürk'ü anlamak istemeyenler de kolayı seçerek onu suçluyorlar, kötülüyorlar. Mesela "Atatürk şapka giymeyenleri astırdı" gibi inanılmayacak iftiralar çıkartıp, "Bir yalanı 40 kere söylersen herkes inanır" sözünü doğrularcasına cahil pek çok dindar insanı da inandırdılar. Sonunda "Atatürk şapka giymeyenleri astırdı" yalanı çıkmış.

Telefon açıp, arkadan telsiz sesi geliyor diye tüm maaşını, bileziğini, evinin tapusunu dolandırıcılara kaptıracak kadar zeka özürlü olanlar, ilkokul 2 terk zır cahillerin bir kısmı da bu yalana inanmış. Zaten saftirik sıkıntısı çekilmeyen bir ülkeyiz. Gencecik kızdım, bizim mahallede 

"vampir var"

diye söylenti çıkmıştı. Mahalle dediğim Üsküdar, Çiçekçi. Herkes duydu, çocuklar korktu, 

"Vampir varmış!"

Kim neresinden uydurduysa, bir süre sonra unutuldu gitti. Atatürk için de Atatürk'ü sevmeyenler türlü türlü bu "vampir yalanı" gibi yalanlar uydurmuşlar. Yok şapka giymeyenleri astırmış, yok evlerde Kuran yasaklanmış. Hepsinin yalan olduğunu belgesiyle, mahkeme zabıtlarıyla, fotoğrafıyla yazımda ispatlayacağım. Atatürk döneminde tam tersine her evde bir Kuran olması için  genelge bile vermiş o dönemin Diyanet işleri başkanı. 


Sayın Ümit Doğan'ın bu 'şapka' konusundaki tweet dizisini de ekliyorum:

İskilipli şapka giymediği için mi asıldı?

İskilipli neden asıldı? Mahkeme zabıtları

Değil Atatürk, herhangi bir insanın başka bir insanı şapka giymediği için astıracağına inanmak için 40 gibi bir zeka düzeyine sahip olmak gerekir. 

İnsanları kılık, kıyafetleri yüzünden asanlar sadece şeriatla yönetilen İran, Afganistan gibi ülkelerde oldu. Bunu dünya biliyor. Atatürk ise sadece Kurtuluş Savaşı sırasında düşmanla işbirliği yapan, (kitaplarda, Vurun Kahpeye romanında, Vatanım Sensin dizisinde okuyup, gördüğümüz üzere) vatan hainlerini astırdı. Bu hainlerin bazıları tıpkı günümüz Fetöcüleri gibi din maskesi altına sığınmışlardı ve 'şapka' giyilmesine de itiraz ediyorlardı. O yüzden asılınca, cahilleri onların 'şapka' yüzünden asıldığına ikna etmek zor olmadı. 

Zor olmadı çünkü cahil insan her şeye kolayca inanır. Aşağıda tekrar değineceğim ama o kadar cahil bir toplumuz ki, okumuş, emekli öğretmensiniz, telefon çalıyor, arkadan polis telsizi sesleri, ben komiser filanca diyen tok bir ses! Hemen inanıyor;  tüm parasını, altınını, emekli maaşını dolandırıcının söylediği yere bırakıyor! Bunu yapan çok insan var! Cehalet budur. Her söylenene kolayca inanırsınız. Velev ki, Fethullah Gülen yakalanıp, asılsaydı, 80 yıl sonra dinciler " Tayyip, din adamlarını astırdı" diyeceklerdi.

İnternet kullanmayan, yabancı dil bilmeyen, tarih bilmeyen, ilkokul, lise terk insanları böyle fotoğraflarla kandırıyorlar. 





Halbuki fotoğrafın orijinal kaynağı: Polonya'da, 2. Dünya Savaşı'nda asılan Yahudiler. 

Nazilerin Yahudi soykırımı 1942




Bu da orijinal Rusça kaynak:
http://politrussia.com/istoriya/o-pakte-molotova-ribbentropa-653/

(Yukarıdaki linke tıklayıp, sayfa açılınca biraz aşağı inince fotoğrafın orijinalini görebilirsiniz. Metin Rusça ama parantez içinde Polonya Yahudi soykırımı diye yazıyordu İngilizce, link açılıyor ancak fotoğraflar açılmıyor. Fotoğraflar telif hakkı yüzünden mi nedense açılmadı. Alamy sitesindeki açıldı.)

Şimdi bu fotoğrafın yalan olduğu ispatlandı ya, tutar başka bir fotoğraf bulurlar buna benzer yine aynı yalanı söylerler o da ispat edilene kadar böyle bir kısır döngü gider. Zaten Google'a İngilizce olarak Yahudi toplu infaz yazdım bir dolu benzer fotoğraf önüme geliyor.

PSİKOLOJİK SAVAŞ
TAKTİĞİ: İFTİRALAR


Tam tersine Atatürk döneminde her evde bir adet Kuran bulunmallı diyen belge: 

Askerlerin en iyi bildiği şey savaşların sadece top, tüfekle yapılmadığıdır. Psikolojik harp denen taktik yüzyıllardan beri tüm dünyada kullanılır. Bu taktiği Atatürk'e karşı halkta antipati, nefret, düşmanlık doğması için çok kullandılar.

Bu iftiralardan biri de işte "Vaktiyle evlerde Kuran'ları sakladık" yalanı ve iftirasıdır. 

Bakın rahmetli annem 1930, rahmetli babam 1921 doğumluydu, Atatürk 1938'de vefat ettiğine göre, annem 8 yaşına kadar, babam da 18 yaşına kadar Atatürk'ün döneminde yaşamışlar; onların anne, babaları ise ta Osmanlı dönemini ve sonra işgali, Kurtuluş savaşını, Atatürk'ün bizi düşmanlardan kurtarışını ve yeni cumhuriyeti görüp, yaşamışlardı. Anneannem 5 vakit namaz kılar, oruç tutardı, babam oruç tutar ama 5 vakit namaz kılamazdı. Ne annemden, ne babamdan (ikisi çok farklı şehirlerden), ne anneannemden, ne dedemden, ne tanıdığım diğer yaşlı akraba ve komşularımdan Türkiye'de Kuran'ın yasaklandığını duymadım, işitmedim.  Öyle bir şey olsaydı onlar da söylerdi ve o zaman Türkiye'de kimse, tek bir kişi bile Atatürk'ü sevmezdi. Kimse Anıtkabir'e gitmezdi. Unutulurdu Atatürk. Çünkü herkes çocuğuna, çocuklar da torunlarına söylerdi, sonuçta Müslüman bir ülke, yayılırdı dilden dile ve Atatürk'ü tek seven olmazdı. Ta 60 yaşımda ilk kez Ekşi Sözlük'te ve bir komşumdan duydum bu yalanı. Bayağı da inanmışlar işin acı tarafı. E, sen öyle bir şey duymuşsun, niye benim rahmetliler duymamış? Bir tek sizin rahmetlilerin köyünde mi - ya da kasabasında mı Kuran yasaklanmış? Yani yalan olduğu o kadar belli ki, ama biraz soru sormak, kafayı çalıştırmak lazım. Sazan gibi her söylenenene inanmamak lazım.

Düşündüm nasıl böyle bir yalan çıkmış olabilir diye. Tahmin etmesi zor değil; bir insanı kötülemek için Ahmet diyelim bir yalan atsın, o da Ayşe'ye, o da Ali'ye, o da Mehmet'e söylesin bu yalanı. Kartopu gibi minicik yalan olsun kocaman bir iftira. O ona, öteki ona, şehir efsaneleri işte böyle doğar. Günümüzde yok mu böyle şehir efsaneleri? Mezarlıkta ağlayan kız, mezarlıkta hayalet, filan yatırda evliyaya dua et ne dilersen olur, ben çocukken Üsküdar Çiçekçi'de oturuyorduk, 70'li yıllardı, nereden kim uydurduysa artık, mahallede sokakta vampir olduğu söylentisi çıktı. Ben ilk kez, o zaman ilkokula giden kız kardeşimden duydum, o da yaşıtı çocuklardan duymuş, bayağı ödleri kopuyordu "vampir var" diye. Sonunda mahallemizin büyüklerinin kulağına kadar gitti hatta  kedici Semahat hanım teyze vardı Allah rahmet eylesin, onun bile kulağına gelmişti "Ayol burada vampir varmış!" diye. Bir süre bu vampir hikayesi söylendi sonra kendiliğinden bitti. Bunların Atatürk - şapka - astırdı olayıyla ne ilgisi var demeyin. Ne kadar saftirik bir toplumuz, ne kadar saf, her şeye çabucak inanan insanlarız diye yazdım.  Mezarlıkta ağlayan kız olayı çok yeni, birkaç ay önce tüm gazetelerde  çıktı, insanlar mezarlıklarda nöbet filan tuttular. Vatandaş olarak söylenti, efsane, uyduruk her şeye o kadar kolay inanıyoruz ki, başkalarını da inandırıyoruz. Hele kötü niyet de varsa, bile bile yalan söylüyor ve söyledikleri yalana kendileri de inanıyorlar. "Ben çocukken Kuran'lar yasaklanmış!" Kimden duydun? Ahmet, o kimden duymuş? Mehmet, o kimden duymuş Hasan. Hasan da anlıyoruz ki g...tünden uydurmuş.

Şimdi gayet iyi bir insan da  böyle bir yalanı duyunca, inanıp, evindeki Kuran'ı saklamış olabilir. O kişinin çoluğu çocuğu da buna şahit olunca, nesilden nesile bu iftira o kişinin yakın çevresine bulaşır. Zaten psikolojik savaşın amacı da budur ve bu şekilde - kulaktan kulağa - yayılarak bir yalanın başarılı olması sağlanır.

Gerçekten Kuran yasaklansaydı bunu ülkedeki tüm yaşlı nesil bilir ve çocuklarına, torunlarına, torunlarının çocuklarına anlatırdı ve o zaman ülkede kimse Atatürk'ü sevmezdi. Gerçekten Atatürk sırf şapka takmadı diye insanları astırsaydı, Kuran'lar yasaklansaydı milyonlarca vatandaş her 10 Kasım'da Atatürk'ün kabrini ziyaret eder miydi? Ülkenin %99'u Müslüman diyen sizsiniz, ta o yıllardaki Müslüman insanlar böyle yalanlara inansaydı hepsinin Atatürk'ten nefret etmesi gerekirdi. Demek ki, sadece cahilleri, IQ sü düşük olanları kandırabilmişler.



(çizim de bana aittir, ne kadar SAFTİRİK bir toplumuz görün istedim)

Biraz akıllı olun ya, böyle bir iftiranın, şehir efsanesinin sırf saf vatandaşların saftiriklerin yüzünden yayıldığını anlamak o kadar mı zor? Saf insanlarız çoğumuz, telefon ediyorlar, arkadan polis karakolundaki sesleri veriyorlar, sizin telefon numaranızı teröristler kullanmış deyince, koca koca emekli öğretmenler veya kendi halinde yaşlı ev hanımları inanıp bileziklerini, tüm bankadaki parasını gidip dolandırıcıya veriyor. Evini satıp veren oldu.! Bu kadar saf bir dedeniz, nineniz vardı demek ki, böyle bir söylentiye inanıp, boş yere Kuran'ı sakladı. Siz de onun torunları olarak inandınız. İşte psikolojik savaş budur. 

En büyük örnek işte akp'den sonraki Balyoz kumpası, Ergenekon kumpasıdır. Yüzlerce şerefli Türk subayının darbeci, casus, fuhuş çetesi üyesi olduğu gibi karalamalar yapıldı daha birkaç yıl öncesine kadar. Sonra hepsi çöktü! Casusluk davası çöktü, Balyoz çöktü, tek kişi kalmadı hapiste. Ama o zamana kadar çoğunuz inandınız bu iftiralara. Balyoz çöktü, Ergenekon çöktü diye google'da yüzlerce kanıtlı, ispatlı makale bulmak mümkün. Bildiğiniz üzere RTE de "Bizi Fetö kandırdı" diyerek bu işten sıyrıldı. Hani güya Fatih camii bombalanacaktı? Yok güya kendi jetimizi düşürecektik? Belgelerin, cd'lerin düzmece olduğu bunları alnı secdeye değen Fethullah Gülen'cilerin yaptığı ortaya çıktı. 


Ülkemizi düşmanlardan kurtarmış Atatürk'e bu iftiraları atanlara inanan varsa lütfen on dakika versin ve şu yazdıklarımı okusun: Atatürk'ün derdi şapka değildi,  şapkasından-ayakkabısına, cebindeki mendiline kadar, bir bütün olarak, tepeden tırnağa dünya aleme "Bakın Türkler nasıl şık, temiz, çağdaş" dedirtecek, örnek olacak kadar kılık kıyafete önem vermesiydi. Örneklerle anlatacağım:


YE KÜRKÜM YE

Nasrettin Hoca'nın bu ünlü fıkrasını herkes bilir. Fıkrada, bildiğiniz gibi Nasrettin Hoca, bir düğüne ya da davete günlük kılık kıyafetiyle gider ama kimse hocaya itibar etmez, yer göstermez, ikramda bulunmaz. O da üzülür, evine geri döner ve samur kürk giyerek tekrar davetin olduğu eve gelir, hocayı samur kürkle gören  herkes kapıda karşılar, eğilirler, elini öperler, hoş geldiniz aman efendim, buyrun, şundan yiyin, bundan için derler. İkramda birbirileriyle yarışırlar ve Nasrettin hoca da "Ye kürküm ye" diyerek, kürkünün ucunu çorbaya, yemeğe batırır, herkes şaşırır, "Aman hocam ne yapıyorsun? Hiç kürk yemek yer mi? Çorba içer mi?" der. Nasrettin Hoca da 

"Yarım saat önce kürksüz geldiğim kimse yüzüme bakmadı, buyur etmedi, kürkle gelince bir izzet, bir iltifat! Demek ki, bu iltifatlar bana değil kürküme. O yüzden kürküme ye diyorum" 

diyerek herkesi mahcup eder ve aynı zamanda kılık kıyafetin ne kadar önemli olduğunu bize anlatır. 




İnsanların kişilikleri, karakterleri, yaptıkları, ettikleri önemlidir ama kılık, kıyafet yani imaj da aynı derece önemlidir. "Bir yere giderken kıyafetinle ağırlanır, kişiliğinle uğurlanırsın" sözü de aynı önemi vurgular.

Günümüzde Avrupa, Amerika hatta Türkiye'de siyasi liderlerin tıpkı ünlü şarkıcılar gibi "image maker" ları vardır. İmage maker (sözcük olarak "görüntü yapan" anlamına gelir)  Bu image maker'lar maaşlı çalışırlar. Liderlere

"Şöyle giyinin efendim."

"Bu rengi tercih edin efendim."

"Şu kravatı takın Sayın Başbakan."

diyerek kılık, kıyafetlerini, imajlarını düzenlerler. Kılık kıyafet bu kadar önemli olmasa, koskoca ABD başkanı, Fransız başbakanı niye image makera para ödesin?


PAÇOZ, SALAŞ, KEZBAN OLMAYIN

Eski Yeşilçam filmlerini izleyenler bilirler. O filmlerde sıksık işlenen bir konu vardır: Çirkinken güzelleşen kız.  Kezban, Küçük Hanımefendi, Tatlı Meleğim gibi üç filmin konusu buydu. My Fair Lady müzikalinin konusu da budur. Başrolde Audrey Hepburn oynamıştı. Sokakta çiçek satan, bozuk bir İngilizceyle konuşan Eliza'yı şık giyinen, makyaj yapan, her sabah duş yapan, güzel konuşan bir "leydi" haline getirmek için bahse giren profesör Higgins, bahsi kazanmış, çiçekçi kız Eliza'dan bir 'leydi' yaratmıştı.

Bakımsız, salaş, paçoz Kezban: 
kezban filmi hülya koçyiğit ile ilgili görsel sonucu

Bu da bakımlı, güzelleşmiş,
kendine güveni gelmiş,
kendisine olan saygısı yerine gelmiş
Kezban.


tatlı meleğim türkan şoray ile ilgili görsel sonucu

Bakımsız, kaşlarını almayan,
spor yapmayan, kendine güvensiz,
salaş, paçoz Türkan...


tatlı meleğim türkan şoray ile ilgili görsel sonucu



Kaşlarını almış, saçlarını yaptırmış,
kilo vermiş, kendine bakmış,
kendine güveni gelmiş, kendine
olan saygısını tekrar kazanmış olan Türkan...



Bu filmlerde, Kezban, kendine güvensiz ve ezik olduğu için, filmin esas oğlanı Ediz Hun ona dönüp bakmazdı. Kezban'ı kendine güvenen, ezik olmayan bir kız haline getirmek için önce kendini SEVMESİ gerektiğini bilen rahmetli  Hulusi Kentmen, yumruğunu masaya vurur ve 

" Kezban'ı güzelleştirme harekatına başlıyoruz"

derdi. Kezban'ı baştan ayağa, tepeden tırnağa yeniden yaratırlardı.



homeless man ile ilgili görsel sonucu

Şu yukarıdaki gibi bir yıl yıkanmamışa benzeyen, saçını, başını yapmayan insanlardan oluşan bir şehri düşünün. Böyle bir şehre gitmek bile istemezseniz. Size bir zarar verecekler diye korkarsınız.


people in stockholm ile ilgili görsel sonucu
Şöyle insanlardan oluşan bir şehirde ise korkmazsınız. 


Sabah kalkınca duş yapmak, traş olmak, traş losyonu sürmek, dişleri fırçalamak, ayakkabıları boyamak, tırnakları kesmek, kaşları almak, bıyıkları almak, koltuk altı kıllarını almak, deodorant sıkmak, ağda yapmak, güzel giyinmek (pahalı anlamında değil, pazardan basma alıp, evde dikip yine güzel giyinebilir insan) insanın kendine olan güvenini ve kendine olan saygısını getirir. Kendine güvenli, kendine saygılı, ezik olmayan insanlardan oluşan bir toplum oluşur.

 Atatürk bunu iyi biliyordu. Kendisi de onun çok yakınında bulunanların hatıralarında anlattığı üzere sabah kalkar kalkmaz duş yapan, tıraş olan biriymiş. Resimleri de bunu doğruluyor. Günümüzde bile kaç devlet adamı, lider yakasında mendil taşıyor? 

 atatürk yaka mendil ile ilgili görsel sonucu


KILIK, KIYAFET
ve
ÜLKE İMAJLARI

Her ülkenin geleneksel giysileri vardır, Hintliler  sari giyerler. Araplar entari ile dolaşırlar. Mao, tek tip üniforma gibi paçoz bir kılıkla yıllarca halkını dolaştırdı. Afrika'da  kıç, baş neredeyse açık gezerler. Osmanlı'da da binbir türlü giyinen insan vardı, Yahudi, takke takıyor, kimisi cübbe, sarıkla geziyor, bazıları Yunan fesinin aynısı fes takıyordu. Ayakkabı yerine 'çarık' vardı. Tayyör yerine 'şalvar' vardı. Avrupa ve Amerika'da ise belli bir dönemden sonra herkes 'modern' dediğimiz kıyafetlerle dolaşmaya başladı, erkeklerde takım elbise, şapka, kadınlarda yine şapka, tayyör, elde şemsiye, ayakkabılar, çantalar. Uygarlık ile kılık kıyafet arasında bir ilişki vardı. Yağmur ormanlarında yarı çıplak geziyor, çarık benzeri ayakkabılar giyiyor ya da hiç ayakkabı giymiyorlardı. Paris'te ise şapka, tayyör, takım elbise ile geziyor, doğru dürüst ayakkabı, çizme, bot giyiyorlardı. Hangisine bakınca 'uygar' bir dünya izlenimi veriyordu? Tabii ki, ikinciye.


osmanlı kılık kıyafet ile ilgili görsel sonucu

Osmanlı'da kılık kıyafet..



TÜRK denince "BARBAR, VAHŞİ,
PİS, YIKANMAYAN, KOKAN, TEHLİKELİ İNSAN"
DİYORLARDI...

Avrupa'yı gezip gören Atatürk, ülkemizin imajının dünyada iyileştirilmesi için tıpkı Hulusi Kentmen'in, Kezban'ı yeniden güzelleştirdiği gibi, tıpkı "Beni Baştan Yarat" isimli televizyon programlarında  olduğu gibi, vatandaşlarının da dünyada 

"Türkler'e bakın ne kibar, ne şık insanlar."

demeleri istediği için kılık,kıyafetlerinin Avrupalı gibi şalvar yerine tayyör,  çarık yerine ayakkabı, takke, külah, fes yerine  şapka giymeleri için bir İMAGE MAKER gibi çalıştı.  Tıpkı bir image maker gibi, Türk vatandaşlarının imajını dünyanın gözünde iyileştirmek için kılık kıyafete önem verdi. Tıpkı Hulusi Kentmen'in Kezban'ı güzelleştirmesi gibi. Tek isteği vatandaşlarının kendine güveninin gelmesi, ezikliğinin kaybolmasıydı. Artı, o zamanlar Avrupa'da, Amerika'da hatta Avustralya'da 

Türk denince "Barbar, vahşi, pis kokan, yıkanmayan, kötü" bir imaj geliyordu. Atatürk bunu yıkmak istedi.


Kılık, kıyafet önemsiz değildir. Çok önemlidir. Kılığınızı, kıyafetinizi değiştirin, kendinize bakın, şapkanızı takın, cebinize mendil takın, tavırlarınız, konuşmanız bile değişir. Bambaşka bir insan olursunuz.  Kendinize güveniniz gelir. 

Şapka, kılık, kıyafet ile insanın kendine güvenini getirmesi hatta hayata bakış açısını değiştirmesi ve bir toplumun imajını yenilemesi arasındaki ilişkiye bir diziyle örnek vereceğim:





Misal; Netflix'te The Crown (Taç) isimli bir dizi var. Taç derken, İngiltere kraliçesi 2. Elizabeth'in başındaki taç ve o tacın sembolü İngiliz monarşisi kastediliyor. Üçüncü sezonun 3. bölümünün ismi Aberfan ve 1966 yılında, İngiltere'nin Galler bölgesinde, bir maden kasabasında meydana gelen toprak kaymasının yol açtığı faciayı anlatıyor. 

Belgesel bir dizi olduğundan her şey gerçeğe uygun olarak anlatılıyor ve çekiliyor bu dizide. Kraliçe, felaketin yaşandığı kasabaya baş sağlığına gidiyor ve çocuklarını kaybetmiş birkaç ailenin evine uğruyor. Kraliçe eve giriyor ve ev halkı yan yana dizilmiş, işte erkekler, kadınlar, akrabalar on kişi filan, küçük bir kız çiçek veriyor, reverans yapıyor. 

Dikkatimi çeken şey şu oldu:

1966 yılı ve yoksul insanların yaşadığı küçük bir maden kasabası. Ve o evdeki erkeklerin hepsi siyah takım elbise, beyaz gömlek, siyah kravat takmışlar. Tıraş olmuşlar, sakal asla yok, saçlar düzgün taranmıştı, kadınlar şalvar, yelek, ayakta terlik değil, manto, tayyör, çantalarıyla vakur bir biçimde ayakta durdular ve tek tek kraliçeyle tokalaştılar. Ellerinde çiçekleri tek tek mezarlara bıraktılar. 



1966 yılında yoksul Galler köyünün sakinleri


Şimdi değil 1966 yılı...2000'li yıllarda bile bizim köylümüzün kılığı yok. Evet maalesef yok. Küçümsemiyorum, aşağılamıyorum sadece bir gerçeği söylüyorum: Kılıksızız! Biz elin İngiliz'inden değersiz değiliz. Ama çağdaşlık işte böyle bir şey. Bir Orta Doğu ülkesi köyü, bir Afrika ülkesi köyü ile bir Galler köyü arasında dağlar kadar fark oluyor kılık kıyafet bakımından. Bakar bakmaz büyük bir imaj var. Ve o imaj, o görüntü çağdaş - çağdaş olmayan ülke ayrımı veriyor. Uygarlık ile kılık, kıyafet arasında evet büyük bir ilişki var. 

Maden şirketi temsilcileri, zengin ve kalantor tipler toplantı yaptığında, o yoksul ama kılıksız olmayan kasabalılar  "Bu felaketin sorumlusu sizlersiniz!" diye bağırabilecek kendine güvenleri vardı. Bizdeki gibi "Devletimiz sağ olsun, kader, alın yazısı" deyip otoriteye karşı boyunları bükük durmadılar. Protesto etmek isteyince tekmeyi yemediler! Çağdaş insanın farkı budur, dik durur, kendine güvenir, kendini kılığından, kıyafetinden ötürü ikinci sınıf ve otoriteyi, yönetenleri birinci sınıf görmez. 

Bir insanı gördüğümüzde ilk gördüğümüz an kılığı kıyafetine, dış görünüşüne bakarak değerlendiririz, sonra kişiliğine sıra gelir, atasözündeki gibi kıyafetinle ağırlanır, kişiliğinle uğurlanırsın. 

Ayağında şalvar, 15 günde bir yıkanan, dişine fırça değmemiş, ayağına ponza taşı değmemiş, kılıksız birine doktor

"Başınız sağolsun, elimizden gelen her şeyi yaptık ama hastanız hayatını kaybetti."

derse, o kişi - istisnalar dışında- gidip on akrabasıyla doktoru döver. Hastanelik eder, bağırır çağırı!

Ama takım elbiseli, kravatlı veya tayyörlü, şapkalı, kitap okuyan, tiyatroya giden, çağdaş görünümlü bir insan doktoru dövmeye kalkmaz. Önemli arkadaş, ben istiyorum ki, benim ülkemin bit kadar köyünün insanları da, Galler'in bit kadar köyünün insanları gibi kılık, kıyafeti düzgün olsun. Atatürk de bunu istiyordu, kılıkla başlar, şapkayla devam eder, opera dinlemeye kadar yolu var. Uygarlığın yoludur kılık kıyafet.

Yani, kılık, kıyafet önemlidir. Düşüncenizi, hayata bakışınızı, yaşamınızı, hayat felsefenizi, yaşam biçiminizi, kısaca her şeyinizi değiştirir. BBC dizilerine bakın, ta 1900'lü yıllarda kırsal kesimde küçük evlerde piyano çalıyor evin kızları. Her evde mutlaka küçük, büyük kütüphane var. Balolar düzenleniyor. Böylece evlilik çağına gelmiş kızlar, erkekler birbirini görüp beğeniyor; ileride nişanlanıyor, evleniyor filan. Çeşme başında kızı görüp kaçırmak sonra da iki aile arasında kan davası başlamasına sebep olmaktan çok daha uygar, çok daha çağdaş, çok daha normal.

Atatürk zamanında köy enstitüleriyle biz de öyle olacaktık bırakmadılar. Köylülerin çağdaşlaşmasını, uygar olmasını, piyano, keman çalıp, Tolstoy, Steinbeck okumasını istemediler. Ayağında şalvar, üstünde bir yelek, altında çarık, tipik Orta Doğu ülkesi köylüsü olarak, hakkını aramayan, ezik, uygarlıktan bi haber kalsın istediler. Böylece daha kolay yönetilirlerdi. "Vur ağzına, al lokmayı" olurlardı. Otoriteye, devlete karşı gelmeye korkarlardı çünkü aynaya bakınca süklüm püklüm, üstte yok, başta yok, iyi beslenemiyor, on beş günde yıkanıyor, kısaca "uygar insan" imajından kendilerini de o kadar uzak, "ikinci sınıf" görürlerdi. Padişah, sadrazam, zengin sınıf, şık kıyafetli insanlar karşısında daima boyunları bükük olurdu. 

Köleler (The Roots) isimli ünlü kitaptan uyarlanan diziyi izlemiştik benim yaşımdakiler hatırlar. Gerçek olayları anlatan bu dizide "efendiler" zenci kölelere okumayı, yazmayı yasaklatmıştı. Çünkü okurlarsa, aydınlanır, akıllanır, insan eşitliğini öğrenir, isyan eder diye korkuyorlardı. Yöneten sınıflar daima yoksulların kaderine boyun eğmesini, ezilmeye alışmasını, kader kabul etmesini ister. Ama bir insan Atatürk'ün dediği ve yukarılarda kaç kez anlattığım üzere değişmek ister, çağdaşlaşmak ister ve saçını, başını, tüm yaşam biçimini değiştirir, kılık kıyafetini çağdaşlaştırmak isterse gerisi de kendiliğinden gelir. Geçenlerde dindar / muhafazakar diye adlandırılan Büşra isimli bir kadının çok konuşulan, çok tartışılan ve çok eleştirilen "bebek mevlidi" nde, türban üzerine kraliyet ailesi üyeleri gibi şık şapka takması da aslında Atatürk'ün ne kadar haklı olduğunun damgalı, mühürlü ispatıdır. 

Bazı aklıevveler "Kurtuluş Savaşı'nda sırtında mermi taşıyanların kılığı, kıyafeti şöyleydi, böyleydi, gece kıyafeti mi giyiyordu?" 
diyor. E, akıllım, o insanlar yoksul oldukları, paraları yetmediği için, fakir oldukları için öyle giyiniyorlardı, yeterli paraları olsa takım elbise giymezler miydi sanki? İnsanın doğasında vardır güzel giyinmek, bakımlı olmak. Eğer yoksa pis olayım, yıkanmayayım, şalvar giyeyim, kılıksız olayım, süklüm püklüm, pejmürde dolaşayım diyorsanız o zaman psikolojik bir problem vardır kafanızda. Depresyon belirtisidir. Ruh doktorlarına sorun inanmıyorsanız, depresyona giren insanlar kendilerine bakmamaya başlarlar, dişlerini fırçalamaz, banyo yapmaz, kılık kıyafetine özen göstermez, terlikle sokağa çıkar, uyuşturucu kullananlar da aynı özellikleri gösterirler. Yemek yapmazlar, bütün gün uyurlar filan. Böyle bireylerden de ne kendilerine, ne ailelerine, ne topluma fayda gelir. Kısaca uygarlık ile kılık - kıyafet arasında ilişki vardır. 

Afrika'nın balta girmemiş ormanında pipisine çubuk takıp gezen, yarı çıplak, yüzü boyalarla dolu insanlar o yüzden hep sömürüldüler, altınları, elmasları, kömürleri, petrolleri o yüzden hep kılık kıyafeti düzgün, şapka giyen Batılı çağdaş insanların eline geçti. 

Orta Doğu'nun entarili Arap'ı keza. Hala birbirlerini boğazlamakla meşguller ve petrollerini, doğal gazlarını bu yüzden Batılılara kaptırıyorlar. Kısaca şapka takan, kılık kıyafeti düzgün olanlar her zaman takkeli, entarili, pipisine çubuk takan Afrikalıyı ve nargile içip 70 huri rüyası hayal eden Orta Doğu'luyu hep sömürdü, hep işgal etti yine yapıyor. İşte Irak, işte Libya, işte Suriye, işte İran. 



DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ NİYE HERKES 
PREZANTABL ELEMAN ARANIYOR?

Hayatında iş aramamış bir insan değilseniz mutlaka gazetelerin iş ilanları köşesinde bu cümleye rastlamışsınızdır. Bugün en kıytırık bir firma, mahalle arası kuaför bile eleman ararken "prezantabl" arıyor. Prezentabl ne demek? Atatürk'ün istediği gibi kendine bakan, saçına, başına bakan, temiz, pak giyinen, sabah duşunu alan, tıraşını olan, dişlerini fırçalayan, konuşmasına, oturup kalkmasına özen gösteren ve böylece çalışacağı iş yerini güzel temsil edebilen demek. Presentabl, to present sözcüğünden türemiştir, "Presentation" kelime olarak biliyorsunuz "temsil etmek" anlamına gelir. Presantabl "sunulabilir" durumda olan, temsil edilebilir durumda olan anlamına gelir. Atatürk'ün şapka ısrarının sebebi budur: Türk halkı olarak, Türk vatandaşları olarak, Türk toplumu olarak dünya gözünde "prezantabl" yani "temsil edilebilir" olalım ki, bizi adam yerine koysunlar. Nasrettin Hoca gibi kapıdan girince tınmamazlık etmesinler. Alttaki linkte "iş ilanlarında prezantabl eleman nedir?"  ile ilgili çok güzel bir makale var, tıklarsanız ayrı pencere açılır, okuyabilirsiniz. Okuyunca Atatürk ne kadar haklıymış, ta o yıllarda bunları düşünmüş diyeceksiniz.


TESETTÜRLÜLER BİLE 
ŞIK GİYİNİYOR, MAKYAJ YAPIYOR

Ben kendi çevremden gözlemliyorum. Genç kızlar var. Üniversiteye yeni başlamışlar. Tesettürlü kızlar bunlar. Ama  son derece bakımlı, özenli makyaj yapıyor, topuklu, şık ayakkabılar giyiyorlar, rimel, ruj, allık, göz farı, eyeliner, fön hepsi var. Hiçbiri "Kezban" gibi değil, hiçbiri "paçoz" değil. Birçok kapalı olmayan yani tesettürlü olmayan kadından çok daha makyajlı, çok daha zarif, çok daha prezantabl hatta cazibeli (seksi)olduklarını görüyorum. Bu ayıp bir şey değil yani cazibeli, seksi olmak ayıp değil. Kimse  cazibesi olmayan bir kızla evlenmek istemez. Gayet haklı, cazibeli olacak. Evde mi kalsın? Kız kurusu mu olsun? Bir insanın en temel içgüdüsü karnını doyurmak, hayatta kalmak değildir sadece; kendini beğenmek, kendini sevmek, kendini başkalarına da sevdirmek, karşı cinse beğendirmek, başkalarından 'iyi' onay almak, ilgi çekmek de ihtiyaçlarımız arasındadır. 

Başkaları beni sevmesin, 
Erkekler benden hoşlanmasın
Konu komşu benden nefret etsin, 
Bana bakanlar iğrensin diyen var mı?

Elbette yoktur böyle birisi. İşte o yüzden tesettürlü de olsalar, kızlar doğal olarak güzel, bakımlı, şık olmaya çalışıyorlar. Bunda yanlış bir şey görmüyorum ben. Kendilerine bakmasalar nasıl evlenecekler? Karşı cins önce fiziksel olarak bizi cezbeder sonra kişilik, meslek, aile vs. gibi özellikler devreye girer. Ama ilk önce fiziksel olarak bizi cezbetmesi hani izdivaç programlarında olduğu gibi "elektrik almanız" gerekir.:) Bunun için de kendinizi cazip yani prezantabl hale getireceksiniz ki, beğenilesiniz. O programa kuaföre gitmeden, ojesini sürmeden, makyajını yapmadan, ağda yapmadan, en yakışan elbisesini ve topuklu ayakkabısını giymeden giden var mı? Diyelim ki, paçoz bir şekilde o programa gitti? Kim talip olur? Hiç kimse.

İşte Atatürk'ün yapmaya çalıştığı buydu. "Paçoz, Kezban olmayın, kendinize çekidüzen verin, güzel olun, bakımlı olun. KENDİNİZE GÜVENİNİZ GELSİN. DÜNYADAKİ İMAJIMIZ TAZELENSİN, YENİLENSİN." dedi.

Kısaca,  Atatürk, Hulusi Kentmen gibi vatandaşlara "Güzelleştirme harekat" yaptı. Saçımızı, başımızı yapalım, makyaj yapalım, güzel giyinelim, her sabah duş yapalım, dişimizi fırçalayalım, tıraş olalım, deodorant sıkalım, şapkamızı takalım, operayı da tanıyalım, baleye de gidelim, bir Avrupa, bir Amerika vatandaşından eksiğimiz kalmasın, genel kültürlü, entelektüel olalım, ne bilgili, ne kültürlü, ne güzel, ne şık, ne prezantabl desinler dedi. Ülkemizi sadece düşmanlardan kurtarmakla kalmadı, bizi kılığımızla, kıyafetimizle de adam etmek istedi. Fena mı etti? Eline sağlık olsun, mekanı cennet olsun.



Bu da ilginç...



BEN DE YENİ ÖĞRENDİM:
ATATÜRK, ORDUMUZU CHANEL'den GİYDİRMİŞ




Bu yazıyı hazırladıktan aylar sonra Atatürk'ün Türk askerinin giysilerini ünlü modacı Coco Chanel'e hazırlatıp, sipariş ettirdiğini öğrendim. Hiçbir şeyi kaynaksız yazmam. Çok kaynaktan araştırdım, hepsinin linkleri altta ve sipariş belgeleri hala Paris'te Chanel'de duruyormuş.

Atatürk, askerinin bile dünyanın en şık askeri olması istemiş. İşte onun farkı bu. Adamın içinde zariflik, zarafet var, halkını, askerini şık, zarif görmek var çünkü insanları seviyor, halkını seviyor, askerini seviyor. Dünyaya örnek olsun istiyor. 

Alttaki makaleyi okursanız, 2. Mahmut da zamanında Polonya'dan terzi getirtmiş.

Bu arada eğer o dönem ünlü bir Türk modacı olsaydı, rahmetli Chanel'e değil o Türk modacıya tasarlatırdı. Çok iyi yapmış, sonuçta ordu da bir dolu üniforma tasarlanacak ve işinin ehli biri yapmazsa, askerlerin maskara kılıklarla dolaşması işten bile değildi. Bu tehlikeyi göze almamış, askerimiz için en iyisini yapmış. Mekanı Cennet olsun ve 80'lere kadar o üniformalar kullanılmış.




ATATÜRK'ü
KADINLARIN BAŞINI AÇTIRDI
DİYE SEVMEMEK


Gelelim kendilerini 'dinci' diye tanımlayan ve kadınların başını açtırdı, balolarda dans ettiler diye Atatürk'ü sevmeyenlere. 

Bu kesimin bilmediği ya da anlamak istemediği nokta şu:

Buraya kadar okuduysanız, Chanel konusu da dahil, akıllı biriyseniz Atatürk'ün derdinin kadınların saçını açtırmak değil, kadın-erkek, tepeden - tırnağa; baştan ayakkabısına kadar toplumu çağdaş, Avrupai, bir uyum içinde (hani modacılar diyor ya kombin), şık, zarif yaparak, dünyaya yeni cumhuriyetinin sadece düşman yenmekle kalmadığını, her bakımdan yüzü Orta Doğu denilen ve en büyük özelliği hepsi de Müslüman olduğu halde sürekli birbirinin kuyusunu kazan, daha çok yeni gördüğümüz üzere konsolosluklarında sırf muhalif diye gazetecileri doğrayan, korku filmi benzeri ülkelere değil, Avrupa, Amerika gibi çağdaş, medeni ülkelere dönük olduğunu göstermekti. Avrupa'daki Amerika'daki, Avustralya'daki 

"Türk'ler barbardır, pistir, kılık, kıyafet bilmez, görgüsüzdür, yıkanmaz, etmez" algısını kaldırmaktı. Ülkesini bu kadar seviyordu, sevmese umurunda olmazdı. "İşim, gücüm yeterince var, bir de vatandaşın kılık, kıyafetini mi düzelteceğim?" derdi.


Onun derdi kadın - erkek, ülkesinin tüm dünyadaki imajını yenilemekti. Yeniledi, insanın imanı kalbindedir, kalp temizliği önemlidir, namus da saçta, kılda değildir diye inandığından, kadınların başını açtırdı ama  eline sopa alıp İran'daki gibi 'Tüm kadınlar başını açacak, açmayan sopalanacak' diye kimseyi zorlamadı. O kadınlara bir seçenek, bir tercih, bir alternatif sundu. 

"Bakın isterseniz, Avrupalı, Amerikalı hemcinsleriniz gibi başınızı açabilirsiniz, baloya da gidebilirsiniz. Size bir seçenek sunuyorum."

dedi. Son karar kadınlarındır burada. Yani isteyen kapanır, istemeyen kapanmaz, isteyen baloya gider, istemeyen gitmez, sopayla tüm kadınlar baloya gidecek diyen yok. :)) Kararı kadınlara bıraktı. Demokrasi de budur zaten, kimse kimsenin ne giyeceğine, başını açıp, kapatacağına karışmaz. Karışırsa, demokrasi olmaz. Atatürk tercihi kadınlara bıraktı. Şu anda da isteyen tercihini kapatmaktan yana kullanıyor, istemeyen açmaktan yana kullanıyor. Zorlama yok. 

Kaldı ki, İran'daki gibi zorlasaydı tam tersi olur, sevilmezdi. Bakın ne diyeceğim: Atatürk kadınlara bir tercih sundu, onlara Chanel'i tanıttı, modayı tanıttı, baloyu, dansı, operayı, baleyi tanıttı. Derdi sadece baş açmak değildi. Bir İsveç, bir Fransa gibi olmaktı, Türk kadını da Parisli bir hemcinsi kadar zarif, şık olsun bunu dünyaya göstermekti. Bunu da zorlayarak yapmadı, tercihini sundu, son kararı kadınlara bıraktı, kadınlar da dünden hazırmış ki, bayıla bayıla saçlarını açtılar, baloda dans da ettiler. Sopayla olacak şeyler değil bunlar. Günümüz İran'ına bakın kadınlar sopayla kapatıldı ama ne yapıyorlar? "yetti artık, başımızı açmak istiyoruz" diye sokakta, metroda İranlı ahlak polisi ile kavga eden, isyan ediyorlar, sık sık youtube'a görüntüler düşüyor. Buradan şunu anlamanız lazım: Kadınlar zaten modayı severler, güzel giyinmeyi severler, dans etmeyi de severler, başlarını da açmaya dünden hevesliydiler. Atatürk aç demese, Atatürk hiç dünyaya gelmemiş olsa, padişah bir tercih sunsaydı yine açarlardı. Kaldı ki, Osmanlı padişahlarının eşleri, kızları, şu andaki torunlarının hepsi de başı açık, modern giyimli kadınlar. Sosyal medyada da, gazetelerde de görüyorsunuz.
Alttaki linki tıklayın, Osmanlı hanedanı da  kızlarının bir Fransız gibi yetişmesini istemiş, kayak yap, ata bin, dil öğren diye. Açın google'da bakın başı kapalı Osmanlı hanedanı yok.


osmanlı padişahı kızları ile ilgili görsel sonucu
Osmanlı torunlarından
Neslişah sultan

Ayrıca namusun, ahlakın baş açmak, kapatmakla olmadığı gibi, kadının tacizcilerden korumak da kapanmakla olmadığını  şuradan biliyoruz.

Velhasıl hiçbir kadın zorla başını açmaz, zorla dans da etmez, zaten başını açmak isteyenler açtı, istemeyenler de açmadı. Ama zekası işte bir telefonla tüm altınını, emekli maaşını dolandırıcılara kaptıracak kadar saftirik olanlar, zannediyor ki, Atatürk elinde sopa kadınlar ağlaya ağlaya başını açtırdı. Kapanmak isteyen kapalı kaldı merak etmeyin. Rahmetli anneannem mesela başını açmazdı evde bile örtülüydü. Atatürk'ü de çok severdi.

İşte 2018 yılındayız, Atatürk yok, niye tüm kadınlar kapanmıyor? Yani Atatürk zorla kapatmış olsaydı, 2018'i beklemeye gerek yok, onun ölümünden sonra tüm o balolarda dans eden kadınlar yeniden kapanırdı. 😃 Günümüze bakın Hadise'ye, Ajda Pekkan'a ya da yolda yürüyen başı açık kadınlara kapanmak ister gibi bir halleri var mı? Gayet de memnunlar, bu kişilik, bir tercihtir, o zaman bile kadınların büyük çoğunluğu demek için için "Keşke biz de Avrupa'daki gibi, bir Fransız gibi, bir İngiliz gibi başımız açabilsek" diyorlarmış. Atatürk, bu tercihi sununca da bayıla bayıla açtılar. O yüzden hani sosyal medyada 

"Atatürk kadınların başını açtı diye sevmiyorum"

 diyen sevgili yobaz: kızacaksan kadınlara kız, onlar dünden razıydılar zaten açılmaya, Atatürk olmasa, Ahmet olsa, Mehmet olsa ya da padişah böyle bir ferman çıkartsa yine açılacaklardı. Sadece şartların olgunlaşmasını, bir fırsat çıkmasını bekliyorlardı. Devrimler böyledir. İnsanlar değişir. Eskisi gibi kalmaz. Bana inanmıyorsan git Avrupa'da yaşayan Osmanlı hanedanı kadınlarına bak.

Evet, balolarda kadın - erkek dans edildi, vals yapıldı. Ne olmuş? İçinizde bir fesatlık, bir kötülük yoksa, dans etmenin ne zararı var? İçinizde bir fesatlık yoksa bir erkekle el sıkışmanın ne zararı var? Atatürk bunları biliyordu. İçinde fesatlık, kötülük olmadıktan sonra baloya da gidersin, dans da edersin, istemezsen etmezsin. İstersen başını açarsın, istemezsen açmazsın. Tercih, seçenek önünde, karar kadınların. İçinde fesatlık varsa, kara çarşafa da girsen faydasız, üç kat türban da örtsen faydasız. Atatürk bunu bilecek kadar mantıklı ve akıllı bir insandı. Gazetelerde görüyoruz türbanlı kadın sevgilisiyle bir olup, kocasını öldürtüyor ya da türbanlı kadın öksüz, yetim çocukları kaynar suyla haşlıyor, dövüyor. 
Kafayı örtmek namuslu olmaya, ahlaklı olmaya yetiyor mu ki, açmak tersine sebep olsun?


ATATÜRK'ü 
DİNCİ DEĞİL DİYE SEVMEMEK

Bir de Atatürk'ü 'din' yüzünden sevmeyenler var.  Atatürk'e ateist, dinsiz, vs. diyenlere: Velev ki, Atatürk ateist olsun. Kime ne? Size ne? Size ne zararı var? Ninenizi, dedenizi düşman askerinin altından kurtarmış mı adam? Ben ona bakarım. Hepinizin - affedersiniz ama - ninesinin kıçını kurtardı adam, ninenizin, dedenizin Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri tarafından düzülmesini önledi. Kurtarmasaydı esir iken ibadet edebilip, camiye gidip, ezan okuyabilecek miydiniz rahat rahat? Bizi kurtardı mı? Kurtardı, ülkeyi kurtardı mı? Kurtardı. Ateistmiş, budistmiş, isterse kendine fanfinfon diye bir din icat etsin, o dine inansın bana ne? O Allah ile Atatürk'ün arasında. Sizin de dininiz Allah ile sizin aranızda değil mi? Namaz kılıyorsan kendin için kılıyorsun, benim için kılmıyorsun. Seninle Allah arasında. O zaman başkasının namaz kılmasından, kılmamasından sana ne? Kılsa sevabı sana mı yazacak? 

Hala anlamayanlara şöyle bir örnek vereyim: Ölümcül hastaydınız, kanser veya zatüree veya başka bir şey. Bir doktor sizi aldı, bir güzel iyileştirdi, turp gibi oldunuz. Sağlığınıza kavuştunuz. Doktorun bir X dininin olması, olmaması, dinlere inanması, inanmaması ya da ateist olması sizin için önemli olur mu? Sizi iyileştiren doktora dini, mini yüzünden düşman olur musunuz? Nankörlük eder misiniz? Hiç farkı yok.

Günlük hayatınızda sokağa çıktığınızda, alışveriş yaparken, hastaneye gittiğinizde yüzlerce insanla karşılaşıyorsunuz, yüzlerce insanla iletişimde bulunuyorsunuz, iletişim derken mesela otobüs şoförüne 'Selamünaleyküm' diyorsunuz veya 'Bu otobüs filan yerden geçer mi şoför bey?" diyorsunuz ya da hastanede bir sürü insanla muhatap oluyorsunuz, sıra alıyorsunuz, temizlikçi yerleri siliyor, ona belki 'kolay gelsin' diyorsunuz, komşularınız var onlarca, yirmilerce! Bunların hangileri  hangi dine inanıyor? Bir dine inanmıyor ateist belki....biliyor musunuz? Bilmeniz mümkün mü? Değil. Peki bu sizin için önemli mi? Niye? Yani bir insan, bir komşu, bir akrabanız, muayene olduğunuz sizi tedavi eden doktor, yaranıza pansuman yapan hemşire, yatalak babanızın altından-üstünden alan hastabakıcının dini sizin için önemli mi? Neye inandığı sizin için önemli mi? Milyonlarca insan var bu dünyada size ne kimin neye inanıp, hangi dine inanıp, inanmadığı? Bu sizi ilgilendirmez arkadaş. Normal zekada insansanız bunun ne kadar tuhaf ve gereksiz olduğunu anlarsınız zaten. İnsanlar aslında ikiye ayrılır: İYİ İNSANLAR - KÖTÜ İNSANLAR. BİTTİ. NOKTA.

Komşunuz, akrabanız, doktorunuz, otobüsün şoförü iyi insansa ne mutlu, değilse onlarla takışırsınız, kavga edersiniz hatta birbirinize girersiniz. Yine nokta. Ama kim neye inanıyor, kim neye inanmıyor bunun önemi yok. Bir insan iyiyse, size de fenalığı dokunmuyorsa hele hele iyiliği dokunuyorsa o yetsin. Bu zamanda zaten iyi komşu, iyi dost, iyi arkadaş, iyi akrabaya sahip olmak mutluluk. Ne yapacaksınız dinini, inancını, Allah'a inandığını veya inanmadığını. Cami hocası dediğin kardeşine tecavüz ediyor demek ki, iyi insan olmanın dinle alakası yok.


Atatürk birileri gibi din - din - din demiyor, din istismarı yapmıyordu. Din tüccarı değildi. Bilim - bilim- bilim diyordu. Fetöcüleri gördünüz işte onlar da din-din-din demiyor muydu? dincilerin Ensar vakıflarını gördünüz, Kuran kurslarında, dini kurslarda tecavüze, tacize uğrayan minik çocuk haberleri sık sık gazetelere geçiyor. Polis kayıtlarına geçiyor, mahkemelere konu oluyor. Bunu bıraktım siz din sayesinde kalkınmış bir ülke gösterin bana. Tersine ne kadar iç savaş, karışık, kaos içinde, perişan ülke varsa dine önem veren ülkeler. İran, Afganistan, Irak, Libya, Yemen, Suriye, Suudi Arabistan, Katar yetmez mi? Hepsi Müslüman ülkelerdi. Ne oldu? O ülkelerdeki dinciler, ABD ile bir olup laikleri bertaraf etmeye kalktılar ve şimdi laik liderlerini mumla arıyorlar. Libya Kaddafi'yi, Irak Saddam'ı mumla arıyormuş bizzat Saddam'ın heykelini kıran adam ağlıyordu. BBC kameramanları önünde. "Çok pişmanım" diye. Libyalılar da çok pişmanlar. Kaddafi hem Sünni Müslüman, hem de laik hatta sosyalist görüşlü biriydi. Atatürk'ü de örnek almıştı. Amerikalılarla bir olup, radikal dincilere linç ettirdiler şimdi mumla arayıp ağlaşıyorlarmış.


ATATÜRK'ü HALİFELİĞİ KALDIRDI
DİYE SEVMEMEK

Arkadaş halifelik yani tüm İslam ülkelerinin tek bir koruyucusu, kollayıcısı, lideri olmak demek. O zaman ne yapacak halife? Tüm o ülkelere karışacak, iç işlerine, dış işlerine! Yahu ne gereksiz ve tehlikeli bir şey. Tek adamla insan bir ülkeyi bile yönetirse ne oluyor işte buyurun gördünüz. Tayyip, demokrasiyi attı, ben Tayyip ne dersem o dedi, bir nev'i padişah gibi yönetiyor ülkeyi. Çok mu iyi oldu? Hazineyi damadına verdi, bilmem neyi oğlunun vakfına! Filanı kızına.....

Yahu göz var, izan var: Dört kişilik çekirdek aile olsanız, aileye ait bir portakal bahçesi satılacaksa tek kişi karar vermez ya da bir ev alınacaksa herkes bakar, herkes gezer öyle o ev alınır. Akrabalarınızdan, amcalarınızdan habersiz bir tarlayı satın, birbirinize girersiniz. O gelir tüfekle sizi vurur, öteki gelir oğullarınıza ateş açar. Gazeteler mal anlaşmazlığı, tarla anlaşmazlığı, toprak anlaşmazlığı yüzünden birbirini öldüren amcalar, yeğenler, abiler, kardeşler, babalarla dolu. Gidin adliyelere böyle dava dosyaları tavana kadar!

Demek tek kişiyle bir aile bile yönetilmiyor. 
Herkes amcalar, dedeler de söz hakkı istiyor.
Bakın ERBAKAN'ın kızları, abilerini 'mal kaçırdı' diye dava ettiler. Tüm gazetelerde, internet sitelerinde var haberi. Yalan değil, montaj değil. Son durum nedir bilmiyorum, ya barıştılar ya hala mahkemeleri devam ediyor.

Bir aile bile TEK kişiyle yönetilmezken, bir ülke tek kişiyle yönetilir mi? Hele hele halife olsun, tüm İslam ülkelerini yönetsin, olacak şey mi? Kötü niyetli biri halife olsa oh ne güzel Libya'nın petrollerini oğluna versin, Mısır'ın Süveyş kanalı gelirlerini kızına versin, atıyorum Afrika'nın filan ülkesinin altınlarını, elmaslarını cebine atsın nasılsa halife, nasılsa TEK ADAM, kim hesap soracak? Bunu mu istiyorsunuz? Atatürk iyi bir insandı ki, böyle bir sahtekarlığa tenezzül etmedi. İstese padişah da olurdu. 


ATATÜRK, OSMANLI'yı YIKTI
YALANI

Atatürk'ün Osmanlı'yı yıktığı yalanına gelince: Osmanlı 1881'de yıkıldı. Yani Atatürk, daha anasının karnından doğarken Osmanlı mali olarak yıkılmış,  iflas bayrağını çekmişti. 
Tam beş ayrı kaynak gösterdim, buyrun altta:




Daha, 1853 yılında yani Atatürk anasının karnında bile yokken Osmanlı "hasta adam" dı. Sonunda da yıkıldı. Atatürk diye birisi dünyaya gelmeseydi de yıkılacaktı. Tüm imparatorluklar gibi. Mali olarak iflas bayrağını çekmiş bir ülke yıkılmaz da ne olur? Mali olarak iflas eden bir adama ne olursa o olur. Atatürk, Osmanlı'yı yıkmadı ama o daha dünyaya gelirken yıkılmış Osmanlı'nın küllerinden yepyeni bir ülke yarattı ve çok uzun yıllar Osmanlı'nın bu mali borçlarını (düyun-u umumiye)yi ödedi. Ta 1950'lerde bile Osmanlı'nın borçlarını ödedik.

Osmanlı mali olarak yıkılmasa da, tüm imparatorluklar gibi zaten yıkılacaktı. Niye mi? Tüm dünyada imparatorlukların devri bitmişti de ondan. Çin imparatorluğu yıkıldı, Fransa'da krallık yıkıldı, Rusya'da Çarlık yıkıldı. Dünyada imparatorlukların dönemi bitmişti. Sarayların, saltanatların devri bitmişti. Kimse tarihin akışına karşı duramaz. Sadece İngiltere, Hollanda, Belçika, Norveç, Danimarka, Monako gibi ülkelerde 'temsili' krallıklar kaldı. Adı üstünde 'temsili'. Gerçek değil. Bu ülkelerin hepsinde demokrasi ve laiklik hakim.


ATATÜRK'ü EZAN TÜRKÇE OKUTULDUĞU
İÇİN SEVMEMEK

Atatürk, ezanı Çinçe okutmasaydı de sevmeyeceklerdi. 

En garip Atatürk'ü sevmeme nedeni bu geliyor bana. Evet  ezan Türkçe okunmuş, Arapça okunmamış. Sebebi bizim Türkçe düşünüp, Türkçe konuşuyor olmamız, Arapça konuşmuyor, Arapça düşünmüyor olmamız olabilir mi?

Hz. Muhammed Çinli olsaydı, Kuran-ı Kerim Çin'e indirilseydi. Çinliler Müslüman olsaydı, ezanı Çinçe okuyacaktık. İyi de biz Çinli değiliz, alfabemiz Çin alfabesi değil, ayrıca Çin alfabesiyle okumak da. yazmak da zordur. Adamcağız, konuştuğumuz dil neyse, ezanı da o dille okuyalım herkes ezan okunurken ne deniliyor anlasın istemiş. Bunun nesi kötü?
Hz. Muhammed Fransız olsaydı da ezanı Fransızca okuyacaktık, Atatürk Türkçe konuşuyoruz, Türkçe düşünüyoruz, ibadetimizi de Türkçe yapalım demiş. Ne var bunda kardeşim ben anlamıyorum. Yani gerçekten Hz. Muhammed Çinli olsaydı, vay efendim ezanı niye Türkçe okuyoruz, Çinçe okuyalım diye yaygara kopartacaktınız. Biraz mantıklı olun. Türkçe düşünüp, Türkçe konuşup, Türkçe yazıyoruz. Niye ezanı Çinçe dinleyelim?

Ya da Norveçliler dese ki, "Biz Müslüman olmaya karar verdik." Sevinirsiniz herhalde değil mi? Hah, şimdi Norveçliler Müslüman olsa ve Kuran'ı Norveççe okusalar, ezanı da Norveççe okusalar kızacak mısınız? Yoksa, Norveçliler Müslüman olduğu için sevinecek misiniz?

Ezan, bildiğiniz gibi Müslümanları namaz vaktinin geldiğini belirten, bir namaza çağrıdır. Bir tür çalar saat alarmı gibi. Önemli olan o çağrıdır, manadır. Çağrıyı ister Norveççe, ister Çince yap ne fark eder? Hepsinin manası aynı: Seni namaz kılmaya çağırıyor. Adam Arapça olduğu için Arapça çağırıyor, Çinli olsa Çince çağıracak.


BİLGİ KUVVETTİR
Francis Bacon'a ait olan bu söz çok doğrudur. Bilgisi olmayıp kulaktan duyduklarına inananları ancak bilgiyle yenebilirsiniz.

Örnek: 



Sosyal medyada Atatürk'ü karalamak için benzer bir sürü cahilce laf, şehir efsanesi dolaşıyor. Mesela bir tanesi şu:





Atatürk'ün yüzünden Filistin cephesini kaybettiğimiz yalanına inanan birisinin yalanını, gazeteci Sinan Meydan, tarih bilgisiyle yalanı ortaya çıkartmış.

Bu da yalan: 1.Suriye Filistin Cephesinde ordu komutanı Atatürk değildi.Yıldırım Orduları Komutanı Alman Sanders’ti. Ordular dağıldı.Sanders kaçtı. 2.Bu ortamda bir adam,7.Ordu Komutanı Atatürk,başsız kalan,dağılan orduları derleyip toparlayıp Halep’in kuzeyine çekip kurtardı.

Sinan Meydan bu yalanları Yüzyılın Kitabı'nda detaylarıyla anlattığını da tweet dizisinde belirtmiş.

Buraya kadar Atatürk'ü niye sevmiyorlar konusunu yazdım.

Bir de şunu eklemek istiyorum:

"Hadi siz sevmiyorsunuz, sevenlere 'niye seviyorlar?' diye karışıyorsunuz? Sen sevmezsen sevme çok da tınnn. Benim sevmeme ne hakla karışıyorsun arkadaş?


SİZ, ANANIZIN, BABANIZIN MEZARINA GİTMİYOR MUSUNUZ?
ÇİÇEK EKİP, SULAMIYOR MUSUNUZ?

Yok niye her sene Anıtkabir'e gidiyormuşuz? Niye saygı duruşunda bulunuyor muşuz? Allah Allah! Anıtkabir dediğiniz şey, Atatürk'ün mezarı. 


Büyük insanların mezarına her ülkede böyle mimari anıt yapılır, çevresi düzenlenir, çiçeklenir, ağaçlandırılır. Siz kendi ananızın, babanızın mezarına gitmiyor musunuz?  Çiçek ekmiyor musunuz? Sulamıyor musunuz? Dua etmiyor musunuz?

"Anamın kabrine gittim, Yasin okudum, suladım"

diyen duymadınız mı? 

Benim arabam yok, Karşıyaka mezarlığı da Ankaralılar bilir şehrin neredeyse dışındadır, o kadar uzak bir yerde olmasa, arabam olsa, ben anamın, babamın mezarına sık sık giderim, çiçek ekerim, sularım, duamı ederim. Ölmüş gitmiş bir insanın mezarına ziyaret niye sizi rahatsız ediyor? Sizi ne ilgilendiriyor? Ben sizin kimin mezarını, kabrini ziyaret ettiğinize karışıyor muyum? İstersen sen de git her sene Humeyni'nin mezarını ziyaret et, bana ne....


CENAZE GÖRGÜ KURALLARI

Caddede yürüyorsunuz, hiç tanımadığınız bir insanın cenazesine rastladınız, tüm dünyada görgü kuralıdır ki, oturuyorsanız kalkmanız ve başınızda çiftçi kasketi, takke, şapka varsa çıkartmanız gerekir. Hiç tanımadığınız birinin ölüsüne bile saygıdan bu yapılır. Bizler de tabii ki, Atatürk'ün kabrinde saygı duruşunda duruyoruz, Yasin okuyoruz, Fatiha okuyoruz, veya okumak istemeyen okumuyor, çiçek bırakan bırakıyor, bırakmayan bırakmıyor, siz kendi anne, babanızın mezarına gül fidanı ekmiyor musunuz? Tüm bunlar cenaze görgü kuralıdır. Put filan değildir, tapınmak hiç değildir. Niye tapınalım geri zekalı mıyız? Türbelere çaput bağlayan, mum yakanlar sizlersiniz. Kızıma koca bul, oğluma iş bul diye. Biz Anıtkabir'e çaput bağlamıyoruz, kızıma koca bul, oğluma iş bul da demiyoruz. Duamızı edip, çiçeğimizi bırakıp, saygımızı sunup gidiyoruz. Aynısını anamızın, babamızın mezarında da yapıyoruz. 

Son olarak, hiçbir şey anlamıyorsanız, şundan da mı bir şey anlamıyorsunuz? Bir sonuç çıkartamıyorsunuz?

Bakın: Ne kadar Libya (Müslüman), Irak (Müslüman), Suriye(Müslüman), Afrika'nın başka ülkesi, Pakistan(Müslüman), Afganistan(Müslüman) gibi Müslüman ülke varsa, hepsi denizde boğulma tehlikesine rağmen çoluk çocuk LAİK AVRUPA ÜLKELERİNE - LAİK AMERİKA'ya KAÇIYOR. Niye Müslüman ve şeriatla yönetilen ülkelere (Suudi Arabistan, Kuveyt vs.) gitmiyor? Niye türbanlı bacılar şeriatla yönetilmeyen, su gibi içki içilen, satılan, yılbaşı kutlanan Londra, New York, Stockholm sokaklarında dolaşıyor? Hatta oradan gönderilirler diye ödleri kopuyor? 


ATATÜRK İNGİLİZLERLE ANLAŞTI
 YALANI

Atatürk'ü sevmeyenlerin yalanları, iftiraları arasında bir de bu var. Kim uydurduysa "İngilizler niye tek kurşun atmadan kaçtılar? Niye Atatürk'le savaşmadılar? Demek Atatürk'le gizlice anlaştılar sen halifeliği yık, laikliği getir biz de gidelim diye!" 

Bu yalana bir o yalanı atanlar, bir de zekası 50 - 60 olanlar inanıyor. İngilizler, o kadar kendilerine güveniyorlardı ki, (zaten oldum olası Hindistan dahil onca sömürgeyle kendilerine aşırı güvenen, aşırı kendini beğenmiş bir millettiler hani üzerinde güneş batmayan imparatorlular ya) 

Bu kendine aşırı güvenle, İngilizler şöyle düşündüler: 

"Yunan ordusu doğru dürüst kılığı, kıyafeti, ayağında postalı hatta savaşacak silahı olmayan Türkleri nasılsa yener." 

Dahası, askeri / siyasi / tarihi belgeler İngilizlerin nasıl çıkmazda olduğunu belgeliyor, Kanada'dan asker isterler Atatürk'ü yenmek için ama Kanada bıkmıştır ret cevabı verir. İmdatlarına İskoç askerleri ile Hint Pencaplı askerler yetişir.!

Alıntıdır: 

"kurtuluş savaşı'nda izmit'te ingiliz kuvvetleriyle milliyetçi kemâlist türkler arasında meydana gelen çatışmalar hakkında reuters ajansı istanbul'dan londra'ya telgraf gönderir. olay istanbul'da ingiliz ordusunun yayınladığı the orient news gazetesinde de haber olarak verilir. ileri gazetesi'nde 'izmit'deki çatışmalar' başlığıyla verilen haber:

''17 haziran-izmit cephesinde ingiliz kuvvetleri'yle türk milliyetçiler arasında meydana gelen daha önce bildirildiğinden daha önemli olduğu anlaşılmaktadır. elyevm ihata edilen liste neticesinde ingilizlerden 23 yaralı ve 15 ölü ve kayıp vardır. iskoçyalı (gordon highlanders)ler pencaplıların imdadına koşarak daha fazla zayiata meydan vermeksizin bunları kurtarmışlardır.''




Ayrıca pek kıymetli halis İngiliz askerlerini harcamak yerine her zaman başka ülke askerlerini harcamak gibi bir prensipleri vardı bunun ispatı Çanakkale'ye ta Avustralya, Yeni Zelanda'dan Anzaklar, Hindistan'dan Gurka denilen Hint askerlerini getirttirmeleridir. Kanada'dan bile asker isterlerdi harcamak için. Rahmetli Ecevit ve Erbakan, Kıbrıs'a çıkartma yaptırdığında, İngilizler yine majesteleri Kraliçenin kıymetli, halis/safkan İngiliz askerlerini harcamamak için ta Hindistan'dan Gurka taburları getirtti. O günlerde gencecik biriydim ve gazetelerde bunları gözlerimle okudum, herkes de okudu:

Altta linkte National Army Museum (Milli Savaş Müzesi demek) serisinde, İngilizce olarak Hindistan Gurka askerlerinin, İngiliz askerleri adına hangi tarihlerde, hangi savaşlara katıldığı yazılıdır. 1974 Kıbrıs (Cyprus) ı da göreceksiniz. (hemen Falkland ve Körfez (Gulf War yanında)



Alıntıdır:

"15 haziran 1920, amiral de robeck'ten lord curzon'a: ''biz türklerle savaşa başladık, bu savaşa devam edecek miyiz? yunanlıları derhal harekete geçirmek lazımdır.'' (ömer kürkçüoğlu, türk-ingiliz ilişkileri, s. 148)

26 haziran 1920, yüksek komiser amiral de robeck'ten lord curzon'a: ''biz şimdi türk milliyetçileri ile savaş halindeyiz. türklere yenilirsek, bütün tesirimizi kaybedeceğiz.'' (ö.kürkçüoğlu, türk-ingiliz ilişkileri, s.148; b.n.şimşir, ingiliz belgelerinde, 2.c., s.lvııı/165)

17 haziran 1920, amiral de robeck'ten lord curzon'a: ''milliyetçilerin asya yakasından istanbul'u tehdit ettikleri... müttefik kuvvetlerin bu tehlikeyi püskürtmeye yeterli olmadığı... tezelden takviye gönderilmesi...'' (b.n.şimşir, ingiliz belgelerinde, 2.c., s.l/137)

23 haziran 1920 günlü rapor: ''milliyetçi kuvvetlerin izmit'te ingiliz askerlerine saldırdığı...'' (b.n.şimşir, ingiliz belgelerinde, s.lv/158)"



Kısaca,  Atatürk'ün İngilizlerle anlaştıkları yalandır. Yalan olmasa buyursun dinciler belgesini göstersin ya. Böyle bir anlaşma varsa, kayıtlı, kuyutlu, İngiliz arşivlerinde belgesi de vardır. Hani nerede? Yok. 

Alıntıdır:

31 mayıs 1921, bakanlar kurulu toplantısında, londra'ya çağrılan general harington'un açıklaması: ''istanbul'daki müttefik kuvvetleri, mustafa kemal'e karşı koyabilecek durumda değillerdir. istanbul'da kalmak yersiz ve tehlikelidir.''

lord curzon, harington'a şu cevabı verir: ''istanbul'dan çekilmenin geniş ve felaketli yankıları olacaktır. ingiltere, zaferin bütün meyvelerini yitirecektir. mustafa kemal büsbütün güçlenecek ve ingiliz imparatorluğu için tehlike olacaktır... doğu trakya'yı mutlaka yunanlılara kazandırmak lazımdır. türklerin çatalca'dan öteye, avrupa'ya geçmeleri önlenmeli... istanbul'a yunan askerlerini getirmek ihtimali de düşünülmeli... istanbul'dan çekilmek, ingiliz politikası ve ingiltere'nin doğudaki çıkarları için tehlikeli olur.'' churchill de lord curzon'un görüşlerine katıldığını açıklar. (b.n.şimşir, ingiliz belgelerinde, 3.c., s.kcvııı vd./356 vd.; b.n.şimşir, sakarya'dan izmir'e, s.26)

batı cephesi kuvayı milliye komutanı ali fuat cebesoy paşa, ingiliz birlikleriyle yaşanan çatışmaları şöyle anlatıyor:

''ingilizler, izmit etrafında, hasanpaşa, solaklar, tepe köy, ağa köyü hattının bazı yerlerine siperler kazarak buralara halife kolordusu’ndan 1, 2 ve 3. alayları yerleştirmişler ve bunların cenah ve gerilerine de iki üç ingiliz taburu koymuşlardı. izmit limanı’nda bulunan birkaç parça ingiliz savaş gemisi de söz konusu savunma mevkinin sağ kanadını ateşleriyle koruyabilecek bir durum almıştı.

14 haziran sabahının erken saatlerinde önceden kararlaştırdığım plan gereğince her taraftan yapılan baskın saldırıları halife kolordusu’nun birlikleri üzerinde beklediğimiz etkiyi yapmış, piyadelerinin hemen hepsi direnme göstermeksizin tüfek ve makineli tüfekleriyle bizim tarafımıza geçmişlerdi. yalnız topçuları kumla çiftliği civarında mevzi alarak üzerimize ateş açmak cüretinde bulunmuştu. fakat topçumuzun şiddetli ateşi karşısında ateş keserek izmit şehrinin girişine sığınmışlardı. öğleye kadar hacı ibrahim, solaklar, tepeköy, akköy hattı tarafımızdan işgal olunmuş, halife birliklerini bizimle savaşa sokmak amacıyla üzerimize ateş açmış olan bazı ingiliz birlikleri, izmit içerisine kadar sürülmüştü.

ingiliz uçaklarının bu saldırısı üzerine 14/15 haziran gecesi baskın hareketi ile izmit’in işgaline karar vermiştim. ne yazık ki bu baskın izmit’in kuzeyini inatla savunmakta olan ermeni çetelerinin direnmesine rastlamış ve bu nedenle bir sonuç vermemişti. 15 haziran’da ingilizlerin izmit’i boşaltacakları söylentisi dolaşmışsa da gerçekleşmemişti. aynı gün izmit’in kuzeyine karşı tekrarlanan saldırı hareketimiz şehrin kenarlarına kadar ilerlemişti. 16/17 haziran’da ingilizlerin karadan ve denizden izmit’i savunmaya başlamaları üzerine hareketimizin biçimi ve niteliği değişmiş, esasen bu saldırılardan beklediğimiz sonuçlar da sağlanmış olduğundan, hareketimizi durdurmuş, birliklerimizin eski mevkilerine dönmeleri kararını vermiştim.

kütahya’nın milli kuvvetlerimiz tarafından işgalinden sonra ingilizler evvela çekilmiş, fakat sonra eski yerlerine dönmek istemişlerdi. milli kuvvetler kumandanı ise geri dönüşlerine izin verilmeyeceğini bildirmesi üzerine iki taraf arasında bir müsademe olmuş, mateessüf iki taraf da kayıplar vermişti.''

(ali fuat cebesoy - milli mücadele hatıraları)

derbent savaşı

''ırak’ta krallık kurulurken, bölgedeki türk istihbaratçıları türkiye ile birleşmek isteyen kuzey ırak’taki aşiretler arasında önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. bu aşiretler de ingilizlere karşı arka arkaya ayaklanma başlatmışlar, bu ayaklanma ortamından yararlanmak isteyen mustafa kemal paşa musul’u almak için girişimlere başlamıştır. öyle ki mustafa kemal paşa, 1 şubat 1922 milis kaymakam rütbesinde bulunan özdemir bey’e misak-ı milli sınırları içerisinde olan musul vilayetini ele geçirmek için faaliyette bulunmasını, bunu yaparken de ingilizler ile görüşmeler devam ettiğinden dolayı şahsi bir hareketmiş gibi girişimde bulunmasını bildirmiştir.(1) özdemir bey’de bir binbaşı, altı yüzbaşı, altı üsteğmen, dokuz teğmen, altı asteğmen, bir zabıt ile bir hesap memurundan oluşan kadro ve aşiretlerden topladığı milislerle fransız ordusundan kaçan tunuslu ve cezayirli askerlerin oluşturduğu yüz bin kişilik bir müfreze kuvveti ile 22 haziran’da revandiz’e ulaşmıştır. bölgenin en büyük aşiretlerini de yanına alan özdemir bey, 31 ağustos’ta ingilizlere karşı saldırıya geçmiştir.(2) 18 eylül’de şaklara ilçesine giren özdemir bey musul ile irtibatı sağlamış, ingilizler musul’u türklere karşı savunmanın imkânsız olduğunu görünce süleymaniye’yi boşaltmışlardır. ingilizler musul’u askeri yollarla elde tutamayacağını anlamış ve takviye kuvvetlerin de gelemeyeceğinden dolayı türkmenler ile kürt aşiretlerin arasını açmak için hindistan’da sürgünde bulunan şeyh mahmud’u 12 eylül 1922’de bağdat’a çağırarak süleymaniye’ye göndermişlerdir. şeyh mahmud’un süleymaniye’ye gelip bir devlet kurduğunu ilan etmesi türkmenleri ve aşiretleri rahatsız etmiştir. ancak özdemir bey, yüzbaşı fevzi’yi şeyh mahmud ile anlaşıp ingilizlere karşı birlikte saldırma teklifi yapmak için göndermiş, kendisi de revandiz’e çekilmiştir. umdukları amaçlara ulaşamayan ingilizler, istihbaratçı ve hindistan ordusunda binbaşı olan e.w.c. noel’i süleymaniye’ye göndermişlerdir. şeyh mahmud’un türkmenler ile anlaşmak üzere olduğunu duyan ve bölgedeki aşiretlere ingiliz mandasını kabul ettiremeyen ingilizler 8 aralık’ta ırak komitesi adını taşıyan bir heyeti londra’da toplamışlardır. bu toplantıda musul bölgesinin türkiye’ye bırakılabileceği görüşü ağılık kazanmış ve konunun lozan’da bulunan lord curzon’a bırakılması kararlaştırılmıştır.(3) özdemir bey’in başarılı faaliyetleri dönemin genelkurmay başkanı fevzi çakmak’ı musul’a taarruz etme konusunda harekete geçirmiştir. ancak bu sırada devam eden lozan görüşmelerinin kesilme ihtimali ve bölgeye gönderilecek uçakların batı anadolu ve boğazlarda zorunlu görev yapıyor olmasından dolayı konunun diplomatik yollardan çözümü kararlaştırılarak taarruzdan vazgeçilmiştir.(4) musul meselesi bundan sonra lozan’da görüşülecektir.''

1- suat akgül ve sahir uzel, musul kerkük harekatı, berikan yayınları. ankara, 2001, s. 177-178

2- zekeriya türkmen, musul meselesi askeri yönden çözüm araşışları (1922–1925), atatürk araştırma merkezi atatürk kültür-dil ve tarih yüksek kurumu yayınları, ankara 2003, s. 58

3- ismail hakkı kavak, 21. yüzyılda kerkük’teki gelişmeler, türkiye’ye yansımaları ve bölgedeki türkmen halkın durumu, atılım üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü, ankara 2007, s. 51–54

4- fatma ilhan, musul meselesine kısa bir bakış ve günümüze yansımaları, atem askeri tarih şube müdürlüğü, s. 9


Artı, nasılsa Yunanlılara yenilir dedikleri Atatürk Rusya ile anlaşarak silah aldı, halka talimat verdi her evden ayakkabı, yün çorap, (bunlar Kurtuluş dizisinde çok güzel anlatılır, 2000 yılından önce her ulusal bayramda o diziyi TRT gösterirdi)fanilasına kadar askerimizi giydirdi, yardımlarla askerin cephede aç kalmamasını sağladılar, moralleri düzeldi, biliyoruz ki, aç, ayağında ayakkabısız asker savaşamaz, tabii inançları da yüksekti ve İngilizler "Yunan ordusu nasılsa Türklerin hakkından gelir, bize gerek kalmaz" derken bir de baktılar ki, biz yendik. O zaman da tabii ki  planları suya düştü, Yunan ordusunu yenen, bizi de yener; yenilirsek İngiltere'de hükümet düşer, kraliçe zor duruma düşer, halk isyan eder, İrlandalılar isyan eder, bin türlü sorun çıkar! Başımız derde girmesin diyerek  pes ettiler, kendi toprağını savunmak için savaşanların daha kuvvetli olduğu gerçeğinin de farkındaydılar - bunla ilgili bir söz Robin Hood filminde vardı ama kimin sözüydü şu an unuttum- safkan İngiliz askerlerini harcamak istemediler, İngiltere'de siyasi açıdan iyi olmazdı bu. Türklerin ve Atatürk'ün kararlılığını, hem iman, inanç, hem de Atatürk'ün dehasını, karalılığını görüp çekildiler. 

Ayrıca İngilizlerin Atatürk'le 'laikliği getir, halifeliği yık" gibi bir isteklerinin olması mantıksız. Şöyle ki, İngilizler her zaman ve şu anda bile Orta Doğu'da dincilerin yönetime gelmesini yeğlerler. Çünkü bilirler ki, bir ülke, bir toplum ne kadar dinciyse, şeriatla yönetilirse, o kadar kolay sömürülür ve işgal edilir. Örnek mi istiyorsunuz Mısır, İran, Irak, Libya, Cezayir, Suriye, Arabistan....saymakla bitmez. Ama o ülkelerde laik yöneticiler başa gelince, ilk iş vatan topraklarını ve dolayısıyla petrollerini, diğer doğal zenginliklerini bağımsızlaştırmaya, millileştirmeye karar verirler ve İngilizler, Fransızlar olsun hemen laik yöneticileri alaşağı eder, devirirlerdi. İran'da Musaddık'ı hemen nasıl devirdiler? Adam petrolleri millileştirmek istiyordu, Mısır'da nasıl Süveyş Kanalı Mısır'ındır diyen Nasır'ı nasıl devirdiler? Libya, Cezayir, Suriye,  dinciler varken daha kolay sömürge olmuşlardı. Ne zaman ki laiklik yanlısı Kaddafi geldi, işgalci İtalyanları bir güzel kovdu ülkesinden ve bakın yıllar sonra İngiliz, Amerika, İtalyan tüm NATO ülkeleri bir olup bunun intikamını Libya'yı çökerterek aldılar. Irak, Suriye'de şu anda olan da budur. Suriye lideri Esat, laik değil de, dinci olsaydı işler sömürgeci Batı için iyiydi. 

PADİŞAH VAHDETTİN 'YÖNETİME EL KOYUN' DİYE
İNGİLİZLERE YALVARMIŞ

Bu beni hiç şaşırtmadı. Suudi Arabistan, Mısır, İran, tüm dinci, tek adamla yönetilen ülkelerde özellikle o dönemlerde İngilizlere, Amerikalılara uşaklık yapardı o ülkelerin padişahları, kralları. Laik yöneticileri, ulusalcıları hep İngiliz, ABD istihbaratıyla işbirliği yapıp attırır, kovdururlardı.

İşte kaynak:


Vahdettin İngilizlere yalvardı


ATATÜRK İNGİLİZLERLE ANLAŞTI YALANININ
BELGELERİ:

Sayın Ümit Doğan'ın belgeli bu tivit dizisini tıklayarak okuyun. İngilizler, İstanbul'a dönmeyen Atatürk'ü Erzurum'da öldürtmek için Sofi Ziya ve Ahmet Nuri ile birlikte 20 kişiyi görevlendirdiler:

İngilizler Atatürk'ü kimlere öldürtmek istediler tivit dizisi tıkla


İNGİLİZ BELGELERİ:
https://eksisozluk.com/ingilizlerin-istanbulu-terk-etme-nedeninin-belgesi--6551349




Bunları kısaca yazdım dileyen Mısır'ın Süveyş Kanalı'nın millileştirilmesi, Mısır siyasi tarihi, Suriye, Libya, İran tarihinde dincilerin nasıl İngilizlerle işbirliği yaptığını okuyabilir sayfalarca....o yüzden Atatürk İngilizlerle anlaştı kocaman bir yalandır. Atatürk'ün işgalci, sömürgeci Batı'yı yenmesini çekemeyenler böyle yalanlara başvuruyorlar.

Şunu da ekleyeyim,  ömrü boyunca Hindistan'ı İŞGALCİ iNGİLİZLERden kurtarmak için çabalayan Gandhi, 

"Atatürk, İngilizleri yenene kadar Tanrı'nın İngiliz olduğunu sanıyordum."

demişti. 


ATATÜRK'ü KISKANIYORLAR

Buna sosyal medyada, basında, kitaplarda değinen oldu mu bilmiyorum. Ben pek görmedim ama Atatürk'ü sevmeyenlerin çoğu da aslında için için onu kıskananlar, çekemeyenler. Başarılı, karizmatik, yakışıklı, halkın çok sevdiği her insan kıskanılır. Türkan Şoray'ı da eminim bir sürü kadın kıskanmıştır zamanında 
"Niye biz öyle güzel değiliz? Öyle ünlü değiliz?" diye...
Tüm dünyada bu böyledir. Kıskançlık çok güçlü bir duygudur. Shakespeare Macbeth'i kıskançlık üzerinedir. Kıskançlık, çekememezlik insana cinayet bile işletir. 

Bir yıl filan önce tüm TV kanallarında, sosyal medyada bir haber yer aldı. Gayet iyi maaşlı işi olan, maddi sıkıntısı olmayan bir adam sırf yeğeninin mi, kuzeninin mi ne çocuğu kendi çocuğundan daha çok seviliyor diye KISKANÇLIKTAN yaş gününde minicik çocuğun yüzüne asit döktü!

Olay yargıya intikal etti. Adam "O şişede asit olduğunu bilmiyordum" , şaka yapacaktım filan dese de kimseyi inandıramadı. Hapis cezası aldı şu anda ne durumda bilmiyorum. 

Düşünün koskoca evli, barklı, hali vakti yerinde adamsınız ama ÇOK SEVİLİYOR diye minicik çocuğu KISKANIYORSUNUZ! İşte kıskançlık böyle tehlikeli ve güçlü bir duygudur. 

Ne kadar çok sevilirseniz, o kadar çok kıskanılırsınız.


Atatürk, ömrü cephelerde geçmiş, vatan sevgisi dünyaya örnek! Bağımsızlık, devrimciliği Castro'yu bile kendisine hayran bırakmış, sadece vatan sevgisi mi, millet sevgisi mi, çocuğa verdiği önem, sanata verdiği önem, adam ülkeyi baleyle, operayla tanıştırıyor!  Sırf  bir NORVEÇ, bir FİNLANDİYA olalım diye...Millet bir falsosunu görmedi, bir yanlışını görmedi, içkisini içerken bile

 "Perdeleri kapatmayın, millet görsün, görmezse içeride başka şeyler yaptığımızı düşünür, dedikodu eder"

 diyen adam, Adı 'sanatçı' olan aslında cahil, kibar fahişeler 7 kez evlenip, 8 kez boşanırken, adı 'iş adamı' olan zengin ama görgüsüz müteahhitler kendinden 30 yaş küçüklerle düğün yapar, 5 kez evlenir, 6 kez boşanırken Ata'm bir kez evlendi, evliyken eşini mankenlerle, dizi oyuncularıyla aldatmadı, baktı olmuyor boşandı bir daha da evlenmedi, Ekşi Sözlük'te yukarıda bahsettiğim dindar dayılar gibi pavyonlarda gezmedi,  dinci denilenler vakıflarda çoluk çocuğun ırzına geçerken, ABD'de Avrupa'da koca koca senatörler, vekiller, prensler, kraliçeler, milyarlık iş adamlarının sübyancı cinayetleri, Clinton'un bile seks skandalı çıkarken, 80 yıl önce Atatürk'ümüz minik Ülkü'nün elinden tutup ülkeye nasıl çocuk bakılır, nasıl sahip çıkılır? İlla doğurmak gerekmez diye ders verip, sadece vatan sevgisi değil; çocuk sevgisiyle de örnek oluyordu, evlat edindiği çocukların hepsini okuttu, büyüttü, adam etti, eliyle evlendirdi. Hayatta olanlar hala ona hayır duası ediyorlar. Böyle asil bir insandı işte. Ruh asaletinden söz ediyorum, ormanda tilki avı yapan kepaze asillikten değil. 4000 cilt kitap okumuş, diplomaları gerçek, birkaç yabancı dil bilen, konuşması, oturması, kalkması, kılığı, kıyafeti, cebindeki mendiline kadar, her haliyle, her tavrıyla, her şeyiyle...

"Adam gibi adamdı."

Günümüz siyasetçileri rüşvetler, kaç milyonluk saatler, "her cuma bir ayet sallıyorum" diyen müptezeller, birbirini satanlar, yalakalar, vatan için çalışmak yerine ihale kovalayanlar, kızı, oğlu, damadını 7 sülalelesini ihya edenler, tabii böyle her şeyiyle örnek, namuslu bir insanı kıskanıyorlar, çekemiyorlar. Vatan sevgisini, namusunu, her şeyini, yakışıklılığını, karizmasını, ona olan sevgiyi kıskanıyorlar.  Çünkü kendileri namussuz! Bu nasıl insan böyle? Hem vatan sever, hem devrimci, hem iyi aile babası, hem namuslu, dürüst, üstelik içinin güzelliği yüzüne yansımış, şaşırıyorlar! Film yıldızı gibi yakışıklı olması düşmanlarının daha da kıskanmasına sebep oluyor. 

Çareyi iftira atıp, kötülemekte buluyorlar. Haklılar kıskanmakta, böyle insan kıskanılmaz mı? Meyveli ağacı taşlarlar.

Atatürk öleli 80 yıl geçmiş, ülkenin hali ortada. Onun zamanında köy enstitülerinde köy çocukları keman, piyano çalıyordu. Ağaç dikmeyi, fidan dikmeyi, salça yapmayı öğreniyordu. Kendi uçağımızı yapıyorduk. Halkın piknik yapıp, nefes alması, şehre yağmur yağması, bereket olması için ektirdiği koskoca ormanın ağaçlarını bile kestirip taş saray yaptılar kıskançlıktan! Keman, piyano çalan köy çocuklarını geçtim, şimdi  şehirli gençler intihar ediyorlar işsizlikten! 


Çünkü ondan sonra kendi cebini değil ülkesini seven, vatandaşını şapkasından, ayakkabısına, dişini fırçalamasından, kılığını düzeltmesine, her gün banyo yapmasına kadar düşünen bir insan dünyaya gelmedi. 


O yüzden de kıskanıp işte böyle ancak geri zekalıların inanacağı şapka yalanları, iftiraları atıyor, çok kıskanıyorlar çok. Şunu hiçbir zaman unutmayın kıskançlık çok güçlü ve çok tehlikelidir. Yukarıda da dediğim gibi Shakespeare Macbeth'inde ana konu kıskançlığın yıkıcı etkisidir, kıskançlıktan kardeş, kardeşin evini yakıyor, kıskançlıktan cinayetler işleniyor. Bu dünyadan gideli 80 yıl olmuş bir insanın hala akın akın kabrine gidilmesi, sair günlerde bile mezarının ziyaretçisiz kalmaması, çok sevilmesi elbette kıskançlığı da beraberinde getiriyor. 

4 yorum:

  1. maşallah maşallah yaaa bu nasıl detaylı bir araştırma olmuş, eline sağlık :)

    YanıtlaSil
  2. Atatürk'ü her zaman özlemle sevgi saygı ve minnetle anıyoruz anacağız, bu hiç değişmeyecek bir gerçek🙏
    Bu arada ben çocukken bizim mahallede de vampir var diye konusulurdu ben de çok korkardım😊
    Demek ki bir dönem bu vampir konusu modaymış Ablacım 🧡

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kesinlikle öyle canım. Belki bizim Çiçekçi'deki hikaye döndü dolaştı kulaktan kulağa sizin mahalleye kadar geldi:))))
      Yorumun için çok teşekkürler:)

      Sil