9 Kasım 2024 Cumartesi

BU AŞK, MEZARA KADAR

Atatürk'ümüzün ölüm yıldönümde bu büyük devrimciyi minnet, saygı, rahmetle, özlemle anıyorum. Mekânı cennet olsun. Nur içinde yatsın. 🙏
Dinlediyseniz videoda konuşan adamcağız,

" Bize adab-ı muaşeret öğretirdi. Nasıl çatal, bıçak kullanacağımızı gösterirdi..."

dedi.

Gençler Z kuşağı belki bilmez adab-ı muaşeret görgü kuralları demektir.

Atatürk o kadar büyük bir devrimciydi ki, ülkeyi, vatanı düşman işgalinden kurtarmak, tek adam saltanatına son verip, cumhuriyeti kurmak ona yetmedi; çünkü Osmanlı döneminde adımız "Barbar Türkler" e çıkmıştı.

Türk erkeği denince elinde pala (büyük bir kılıç), ayakkabı fırçası gibi bıyıklı, tüküren, bağıran, çağıran maganda; Türk kadını denince kara çarşaflı, bir erkek gördü mü korkudan, panikleyerek duvar diplerine çöken, aciz, hak arayamaz, bir erkeğin dördüncü karısı olan, üç kez "Boş ol" denince it gibi (dört ayaklı dostlardan özür)kapı önüne konulan, bir işte çalışamaz, koca eline bakan yani tam insan olamamış bir varlık olarak görüyorlardı. Türk olarak yurt dışında böyle kötü bir imajımız vardı ve bizlerden öcü gibi korkuyorlardı.

Atatürk, Avrupa'daki, Amerika'daki bu "Barbar Türk" imajını yok etmek için çok uğraştı.

Bunu da nasıl yapacaktı?

1) Adab-ı muaşeret yani görgü kurallarını öğreterek:

Avrupalı insanlar yemeği yer sofrasında ve aynı çanaktan değil, masada yiyor, Yemekteyiz programındaki gibi herkes ayrı ayrı tabaklarda, çatal-bıçak kullanıyor, sofraya çiçek, mum koyarak yiyorlardı. Sofra adabı, sofra düzeni diye bir şey vardı.

2) Kendisi de örnek olarak:

Atatürk, vatandaşlarının olmasını istediği imajı, en başta kendisi örnek olarak onlara fark ettirmeden öğretti. Kılık kıyafetinde vatandaşlarına örnek olmak için her daim kılığına kıyafetine, saçına, başına özen gösterdi. Her sabah duş almak, tıraş olmak, pahalı değil ama temiz giyinmek, eski devirlerdeki gibi çarşaflar, burkalar, şalvarlar, fesler değil Avrupa'daki, Amerika'daki, Avustralya'daki gibi şapkalar, tayyörler giymek, çantalar taşımak. Böylece "Barbar Türkler" gitti. Londra sokaklarında bir erkek nasıl şık, takım elbiseli, şapkalı ise, İstanbul, Ankara sokaklarında da öyleydi. Kadınlar keza. Parisli hemcinslerinden farksız giyinmeye başladılar.

Sayesinde kadınlar bugün üç kez "Boş ol" denince kapı önüne konmuyor çünkü medeni hukuk getirtti ülkeye. İsviçre gibi medeni bir ülkeden boşanma kanunlarını aldık, evlilik kanunlarını aldık.

Kadınlar Osmanlı'daki gibi koca eline bakmayacak; erkek görünce korkup, panikleyip duvar dibine çökmeyecek, çalışacak, kendi parasını kendisi kazanacak hatta isterse pilot olacaktı. Manevi kızı Sabiha'yı o yüzden pilot olmaya teşvik etti ve başardı. Böylece halkına örnek yarattı. İnsanlar

"Vay be bir kadın isterse pilot olabiliyormuş!"

dediler. Bizi sihirli değnekle değiştirdi.

Operayı, baleyi ülkeye getirtti. "Barbar Türk" imajını silmesi için elinden geleni yaptı. Türkler de tiyatroya gidiyor, sinemaya gidiyor, opera izliyor, bale seyrediyor oldu.

Bir Türk kadını, bir Türk genç kızı Parisli, Londralı hemcinsi kadar özgüvenli, prezantabl, başarılı, görgülü, tahsilli, birkaç dil konuşabilen olsun istedi ve bunu başardı.

Kadınlar avukat, hakim, doktor, mimar, mühendis, pilot olmaya başladılar.

Bir Türk kızı Dünya Güzeli bile seçildi.

Artık "Barbar Türkler" gitmiş yerine "Dünya Güzeli" Türkler gelmişti.

Başarmıştı. Dünya Güzeli seçilen Keriman Halis'e "Ece" soyadını da bizzat Atatürk verdi.

Hep söylüyorum:

Eski Yeşilçam filmlerinde Hulusi Kentmen ne ise; Atatürk de onun yaptığını yaptı. Hani Kezban filminde Hülya Koçyiğit, kendine bakmayan, kılığına kıyafetine özen göstermeyen Kezban rolündeydi ya; Hulusi Kentmen yumruğunu masaya indirip

"Kezban'ı güzelleştirme harekatı başlatıyoruz!"

demişti. O andan itibaren de evdeki aşçı, uşak, şoför işte hepsi bir olup Kezban'ın saçından, ayakkabısına kadar prenses gibi giydirdiler. Atatürk de sihirli değnekle vatandaşlarını güzelleştirdi, çağdaşlaştırdı. Bugün en kıytırık iş yeri bile eleman ararken

"Prezantabl eleman aranıyor"

diye ilan veriyor. Atatürk bunu yaptı. İmaj önemlidir. Nasrettin Hoca bile "Ye Kürküm Ye" fıkrasında kılık kıyafetin önemini anlatır. Maalesef bunun önemini kimler anlayamadı derseniz; kadınların kara çarşaf, burkayla gezmesini isteyen, namusu, ahlakı kumaşla, kapanmakla ölçen sığ, Ortaçağ kafasına sahip, akılları seksten başka şeye çalışmayan ama sorsanız çok dindar (!) olan yobaz, dinciler anlayamadı. "Bik, bik, bik kadınları açmış, erkeklere şapka taktırmış"

Evet canım çünkü sizin Avrupalı olmanızı istedi. Fena mı yaptı?

Siz anlamazsınız, kafanız basmaz. Atatürk olmasa 6 yaşındaki, 9 yaşındaki çarşafla gezen çocukları, 50 yaşındaki heriflerle nikah kıydıracaktınız! Atatürk tekerinize çomak soktuğu için düşmansınız. O bir çocuğun elinden tuttu, okuttu, pilot yaptı, evlendirdi. Siz ne yaptınız? Kuran kurslarında dayak attınız.

Bizi sadece düşmanlardan kurtarmakla, bize sadece cumhuriyeti armağan etmekle kalmayıp, bizi Barbar Türk imajından kurtaran, bize adab-ı muaşeret öğreten, bizi tepeden tırnağa Avrupalı hemcinslerimize benzeten Atatürk'e sonsuza dek minnet duyacağım.

O olmasaydı şimdi kara çarşaf içinde, bir erkeğin dördüncü karısı olarak, beş altı çocuk doğurmuş, okuması yazması olmayan, papağan gibi Arap alfabesiyle Kuran'dan başka şey okuyamayan, bir erkek görünce panikle korkup duvar dibine çöken bir zavallı olacak ve kaderimin bu olduğuna inanacaktım. Kız çocuğumu da tıpkı üst kattaki komşu gibi 11 yaşında çarşafa sokacaktım! (Bugün rastladım ve yaşını tekrar sordum evet yaşı 11, doğru aklımda kalmış. )

Tabii İngiliz, Yunan, Fransız ve İtalyan işgal kuvvetlerinin emri altındaki bir ülkede yaşayacaktım.

O yüzden onu çok seviyorum. 💖💖💖💖💖💖 Onu sevmeyeni sevmiyorum.

Kasım'da aşk başkadır...biz, onu hiç görmeden sevdik.

Son günüme kadar...

Kalp, durana kadar...

Bu aşk, mezara kadar...




Not: Hainlerin çıkarttığı "Atatürk, şapka takmayanları astırdı" iftirası ve yalanı hakkında işin doğrusunu bloğumun üst, sağında Atatürk resmini tıklayarak açılan yazıda okuyabilirsiniz.

29 Ekim 2024 Salı

CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN ♥






Başımıza bela 2002'de geldi. Türban denen ve Fetö icadı sorun yüzünden 2002'de akepe oy alıp, seçilip, iktidara geldiğinde, akepe'ye yalakalık yapan ve bu sayede bolca para kazanan belli gazeteler ve kimisi Amerika, İngiltere gibi düşmanlarımızın casusluğunu yapan sözüm ona köşe yazarlarının ilk yaptıkları şey ulusal bayramlarımızı UNUTTURMAYA çalışmak oldu. akepe öncesinde 29 Ekim'de, 30 Ağustos'ta TRT'de Kurtuluş savaşımızı anlatan Kurtuluş filmi gösterilirdi. Adeta gelenek olmuştu. Bunlar iptal edildi. akepe yalakası basın;

"Ay, 29 Ekim Cumhuriyet bayramında tanklar, askerler resmi geçit yapar mıymış? Böyle şeyler sadece Kuzey Kore gibi ülkelerde kalmışmış, modası geçmişmiş, peh, peh, peh!"

filan diyor, Kurtuluş Savaşımızla, bir ülkenin bağımsızlığına kavuşmasıyla bildiğiniz dalga geçiyorlardı, maytap geçiyorlardı. ( Çünkü vatan haini olmak bunu gerektirir)

O günleri şimdikinin gençleri bilmez çünkü daha doğmamışlardı ya da bebektiler. Üşenmedim; bize 

"Modası geçti böyle çoşkulu kutlamaların, KUTLAMAYIN!

diyenlerin akıl hocası ülkelerin bağımsızlık günlerini nasıl kutladıklarını araştırdım. Onlara akıl veren Amerika'nın en büyük bayramı 4 Temmuz'dur. Bir de ne göreyim: Kuzey Kore'den daha çoşkulu kutluyorlar. Ta 1800'lerin Kuzey - Güney asker üniformalarını giyen gaziler resmi geçit yapıyor. Tüm evler, sokaklar, balkonlar ABD bayraklarıyla donatılmış, gece Havai fişekler ABD bayrağı renklerinde patır patır patlatılıyor, fırınlar, pastaneler ABD bayrağı renklerinde özel 4 Temmuz kurabiyeleri, pastaları yapıyor. Okul çocukları üzerlerinde ABD bayraklı kıyafetlerle yürüyorlar.

Fransa'ya baktım. Onların da ünlü Bastil bayramları var. Tanklar da, askerler de Paris caddelerinde! Jet uçakları da Zafer Anıtı' nın üstünde uçuyor! Hani sadece Kuzey Kore'deydi böyle kutlamalar? Hani modası geçmişti? Paris'in ünlü "Şanzelize" (okunduğu gibi yazdım) meydanı Fransız bayraklarıyla donatılmış, gece havai fişekler. Çünkü Bastil Günü kutlanıyor.

İşte o zaman şunu anladım:

Her ülke kendi ulusal bayramını gayet çoşkuyla kutluyor sadece Türklerin kutlamasını istemiyorlar! Türkler, ulusal bayramlarını kutlamasın ki, Atatürk'ü unutsunlar, giderek Türk olduklarını da unutsunlar, bayrak, filan hikaye. Balkonlara bayrak asmasınlar. Ne olacak ki? Maalesef bunu kısmen başarmışlar. Şu anda Keçiören'de benden başka çok az ev bayrak asmış. Çok az ev Cumhuriyet Bayramı'nı kutluyor 😢😢😢

Sonuç: Milli, ulusal bilincini, benliğini kaybeden milletler başka milletlere yem olurlar demişti Mustafa Kemal Atatürk. Sokağa çıkınca da 72 milletten insan istila etmiş! Savaş travmalı, savaşta kafayı yemiş, psikopat, ruh hastası Suriyeli, Muriyeliler sokaklardaki kedilerimizin patilerini kesiyorlar, köpekleri boğuyorlar. (İnternette görmüşsünüzdür iki tesettürlü genç kızın bir telefon mağazasındaki minik köpeği sevmek bahanesiyle boğup öldürdüklerini) Atatürk'ten uzaklaştıkça, belamızı buluyoruz. 


Alttaki resimler de yukarıda yazdıklarımın ispatı. Amerikalılar bizden 40 kat daha fazla milliyetçi, Fransızlar da. Avrupa'nın diğer ülkeleri de.







Paris, Ulusal Bayram Kutlamaları



Bunlar da Amerika, 4 Temmuz bayram kutlamalarından resimler






Amerika Bağımsızlık kutlamaları




Bu linke tıklarsanız ABD, 4 Temmuz Bağımsızlık Bayramı kutlaması için özel pişirilen kurabiyeleri görürsünüz.


Resimler telif hakkından ötürü filan  yok olursa diye bu görüntülerin olduğu sayfaların linkini yapıştırdım. Tıklayınca karşınıza onlarca fotoğraf gelecek. Gayet de çoşkulu kutluyorlar ama Türklere gelince  "Peh, peh, peh, böyle kutlamalar Kuzey Kore'de kaldı!" yalanı! 
 
Unutmadan,  gerçekten öteki dünya varsa başta Mustafa Kemal Atatürk, onun işgale direnişine katılan, destek olan, ona inanan herkesin mekanı cennet olsun; vatan onlara minnettardır ve tüm arkadaşlarımın ve bloğumun okurlarının cumhuriyet bayramını kutlarım. 💖💖💖💖💖

21 Ekim 2024 Pazartesi

ALLAHU EKBER NE DEMEKTİR?

 


Videodaki gibi sokaktaki vatandaşlara "Allahu ekber" in anlamını sorarsınız; apışıp kalırlar😂😂😂 İnanın bir deiste, bir agnostiğe ya da bir ateiste sorsanız hemen bilir; çünkü onlar doğaları gereği her şeyi merak eder, sorgularlar. Çok uzun yıllar önce ezanı Türkçe okutmalarının sebebi de buydu. İnsanlar ezanda ne dendiğini anlasınlar, bilsinler istemişler. 2002 yılında Tayyip, iktidara geldiğinde "Dindar nesiller" yetiştireceğiz diyordu. Evet, başını kapatmış, uzun pardösülerle dolaşan bir nesil yetiştirmiş ama daha Allahu Ekber'in anlamını bile bilmiyorlar. Trajikomik. 

Bakın, ben, 66 yaşındayım. Dolayısıyla, 2000 yılında ve sonrasında doğanların hiç bilmediği, bugün geberen Fetöcülerin olmadığı ve "Eski Türkiye" dedikleri yılları hatırlıyorum; çünkü yaşadım. Bakın eski Türkiye'de kadınlar böyle giyinirdi.


.
Kaynak:
Arka Güverte sitesi


1965'te yedi yaşında, Ankara, Ayrancı İlkokulu'na başladım. O yıllarda okula yedi yaşında başlanırdı. Siyah önlük giyer ve beyaz yaka takardık. Öğretmenim nur içinde yatsın Mustafa Öktemgil'di. Derste bazen çizgi roman okuduğum için haklı olarak kızardı ama iyi biriydi.
İlk buzdolabını da o yıllarda almıştık. "Bizden önce buzdolabı yoktu" diyen Tayyipgillere inanmayın yani. Zaten Google'da Arçelik ilk yerli buzdolabı diye tarihçesini aratınca karşınıza çıkar.

Aynı apartmanda oturan bir dolu kız çocuktuk, yaşlar da hemen hemen aynıydı. Birlikte yürüye yürüye sinemaya gider; yine yürüye yürüye eve dönerdik. Sokaklar güvenliydi. Brigitte Bardot'lu, Alain Delon'lu bir filme gitmiştik öpüşme filan sahneleri de vardı ama ahlakımız filan bozulmadı.

Ben çocukken ve öncesinde herkes hem Yılbaşı kutlardı, hem Ramazan'da oruç tutardı. Ramazan bayramında misafirlere çikolata ile nane likörü, muz likörü bile ikram edilirdi. Yani hem laik, hem Müslüman'dık. İkisi bir arada bal gibi oluyordu ve o yüzden ülkece huzurluyduk. Huzur öyle güzel bir şey ki, şu andaki Türkiye'nin tam tersi bir histi. Huzur insana güç verir, yaratıcı potansiyelini geliştirir, huzur içinde olunca, doğayla aynı frekansı tutturursunuz, çiçekleri, kedileri, köpekleri, doğayı, insanları seversiniz. Huzurlu olunca oruç tutan, tutmayanı yadırgamaz; alkolü haram bilen Yılbaşını kutlayan komşusundan nefret etmez ki, zaten huzurlu bir toplumda vatandaşlar arasında dini veya siyasi nedenlerle nefret duygusu, kutuplaşma hissi yoktur. Bu ikisi olunca, o toplumda, o ülkede huzurun "h" si bile kalmaz.


1950'lerin öğretmenleri 
Fetö türbanı icat etmeden önce...
Ne kadar zarifler...

Yıllar geçti. Lise bitti, 1975'te üniversiteye başladım. Okulda tek türbanlı öğrenci yoktu. O zaman da Müslüman'dık. Katolik ya da Budist değildik😃😂 Peki niye koca okulda tek türbanlı öğrenci yoktu? Henüz Fetö denen CIA ajanı türbanı icat etmemişti de ondan.

Ha, hani Tayyipgiller "Eskiden tüp kuyruğu vardı, gaz kuyruğu vardı. CHP demek yokluk, kuyruk demektir" der ya. Ona da değineyim. Evet, ben lisedeyken, Kıbrıs'taki Türk vatandaşlarının canları tehlikeye girdi, o dönem iktidarda iki partinin koalisyonu vardı. CHP ve MSP. (Milli Selamet Partisi). Başkanları da Ecevit ve Erbakan'dı. İşte Google'da bakın yazım uzamasın, Kıbrıs Barış Harekatı yapıldı. Tabii ABD, çok kızdı, köpürdü hatta kudurdu. Türkiye'yi cezalandırmak için bildiğiniz ambargo uyguladı. O ambargo yüzünden bir süre (çok uzun değil yoksa hatırlardım) ayçiçek yağı ve mutfak tüpünde sıkıntı yaşadık. Evet, ben sadece bir kez ayçiçek yağı kuyruğuna girdiğimi hatırlıyorum. Doğalgaz yoktu ama tüp kuyruğuna hiç girmedik. Telefon ederdik ve tüpçü tüpümüzü getirirdi. Demek sadece belli yerlerde olmuş. Bizim apartmandaki komşulardan da tüp kuyruğunda bekledik diyen kimseyi hatırlamıyorum. Tüpçü aynı tüpçü bize getirdiğine göre herkese de getirmiştir. Sonra zaten geçti, gitti ama en azından soğan kuyruğu yoktu! Patates kuyruğu yoktu. Ucuz kıyma kuyruğu yoktu. Peynirimiz, zeytinimiz böyle anormal pahalı değildi. Her şeyimiz vardı. Karpuzu dilimle değil kocaman kocaman birer, ikişer eve alırdı annelerimiz, babalarımız. Sokaklarda  Afgan, Irak, Suriyeli, Afrikalı, Pakistanlı çoğu terörist, çoğu ruh hastası, potansiyel canlı bomba mülteciler yoktu. Yılbaşı kutlarken "Ya bir dinci bomba atarsa?" diye kimse korkmuyordu. TRT'de her Yılbaşı gecesi Yılbaşı özel programı oluyordu. Öğretmen çıkanlar şıp diye atanıyordu. Atanamayıp intihar etmiyordu. Doktor dövmekle övünen kapalı kadınlar yoktu. Doktorlar can korkusundan Almanya'ya, Amerika'ya kaçmıyordu.  Kısacası, kısa süren kuyruğa rağmen huzurumuz vardı. 

Huzurumuzu bozan tek olay solcu - sağcı çete savaşları oldu. O da bir dönemdi. Solcular sağcılara düşman, sağcılar solculara düşman olmuştu. Çeteleşmiş birbirlerini öldürüyorlardı. Kötü bir dönemdi. Karanlık bir dönemdi. 12 Eylül oldu ve o dönem de geçti, gitti, bitti. Niye oldu? Neden oldu? Valla o zaman lise ve liseyi yeni bitirip üniversiteye başladığım yıllardı. Sebebini hâlâ oturup araştırmadım. İlla ki, birileri planlamıştır. Salak solcularla, salak sağcılar da kurban edilmiştir ama o dönemde bile pahalılık, soğan kuyruğu yoktu, yine sinemaya giderdik, yine kafede otururduk, arada sırada boykot filan olsa da okulumuza giderdik. 

 
Daha daha yıllar geçti. 28 Şubat 1997'de ülkemizin ve laikliğin, Atatürk ilkelerinin koruyucusu olan askerler, yazıyı yazdığım bugün gebermiş olan biz laiklerin Fettoş dediği, Fetö yani Fethullah Gülen adlı dinci, tarikatçının ülkede örgütlendiğini, öğrencilerin beynini yıkamak için dershaneler açtığını, bankalar kurduğunu, siyasetçileri - argo tabiriyle - kafaladığını ve kadınlara kendi icat ettiği "türban" ı dayattığı, dayatması yetmeyip kadınları açık - kapalı diye ikiye böldüğünü, insanları kutuplaştırdığı, türbanın siyasal bir simge haline geldiğini, ayrılık çıkarttığını gören askerlerimiz, komutanlarımız 28 Şubat Kararları denilen kararlar aldılar. Bu kararlar şuydu:

Madde madde 28 Şubat kararları

Özetlersem, laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğu vurgulanmıştı. Yani, "Tarikatlara, dincilere, Fetöcülere ülkeyi emanet etmeyin" diyorlardı. Meğer kurmay zekâsı denilen öngörüyle bugünleri görmüşler. Yazmadıkları şey şuydu: Laiklik giderse, Fetöcüler, dinciler, tarikatçılar ülkeyi ele geçirirse, yalnız demokrasi ve hukuk değil; huzur da gidermiş.

Askerler bizi uyardı. Fetöcüleri ordudan attı.

"Üüüü! Müslümanları ordudan atıyorlar!"  olduk!


28 Şubat'la  Fetöcülük konusunda bir kez daha uyardılar: 


"Üüüü! Türban düşmanları! Din düşmanları! İslam düşmanları! Katsayı yüzünden biz türbanla istediğimiz üniversiteye giremiyoruz. İmam Hatip bitirdik diye doktor olamıyoruz, savcı olamıyoruz, hakim olamıyoruz, asker olamıyoruz. "


diye ağlaşan dincilere kandılar. Oysa o komutanların derdi türban, din, İslam değildi; türbanın, dinin arkasına gizlenen zihniyetteydi. Fetöcü zihniyet. Taliban zihniyeti, İŞİD zihniyeti. Atatürk düşmanı zihniyet. Laiklik düşmanı zihniyet. Ülkeyi karıştırmak, insanları birbirine kutuplaştırmak isteyen zihniyet. CIA zihniyeti. Arabistanlı Lawrence zihniyeti.


veeee

2002'de ülkeyi Tayyip isminde İmam Hatip'li bir dinciye emanet ettiler.

O da kendi ağzıyla dincilere (Fetöcülere) her yeri verdi.

TÜBİTAK'ın başına bir dinci atadı.

Gazeteler, tv kanalları dincilerle doldu.

Katsayı yüzünden ağlaşan Fetöcüler istedikleri üniversiteye girince, savcı, hakim, doktor oldular.

Olunca bakın neler oldu:

Bilgisayar bilen Fetöcüler çuval çuval sahte darbe CD'leri, kopyala-yapıştır sahte darbe belgeleri düzenlediler. Yandaş medya da "Darbe yapacaklaaaar!" diye çanak tuttu.

TÜBİTAK'a yerleştirilen Fetöcüler, bu sahte CD'lere "gerçek" raporu verdi.

Fetöcü savcı ve hakimler "Evet bunlar darbeci" deyince

TSK, akepe hükümetine değil ama akepe, TSK'ya darbe yani Balyoz kumpası yaptı.

Yüzlerce asker suçsuz yere Silivri'de hapishanelerde senelerce yattı.

Herkes iftirayı kaldıramaz. Onuruna dokunan Ali Tatar gibi askerlerimiz intihar etti.

Bir çok askerimiz kahrından kalp krizi, beyin kanaması geçirip öldü. Yakınlarından ölenler cabası.

Tayyipgiller (yani akepeliler) ve yardakçısı, işbirlikçisi, muhterem Hoca Efendi dedikleri Fettoşçular çok mutluydular. Sanıyorlardı ki, hatta emindiler ki, darbeciler hak ettiklerini buldular!

Sonra ne mi oldu?

Hani her banka soygunu filminde, her tren soygunu filminde, her Mafia filminde büyük paraları paylaşamayan soyguncular birbirine girer ve birbirini öldürmeye başlar ya, Fettoş ile Tayyip birbirine girdi. Fetöcüler, Tayyip ve oğlunun kasetlerini filan döküp saçtılar. Buna 17/ 25 Aralık diyorlar. YouTube'ta Tayyip'in oğlu; 

"Bıbıcım paraları sıfırladım" diye konuşmaları vardı ama Tayyipgiller bunlara "Montaj, darbe" dedi çıktı. 

Veeee....

"Ya, Meğer darbe CD'leri, darbe belgeleri sahteymiş, Fetö bizi kandırdı. Pardon!"

denildi. Ordumuza yapılan kumpasta kendisi sütten çıkma ak kaşık oldu! Tüm suçu Fettoş'a attı.

2000 ve sonrasında doğanlar bilmezler. Bu kumpasın kumpas olduğu Fettoş ile Tayyoş birbirine düşmese ortaya zor çıkacaktı. Bu kumpasın kumpas olduğu, sahte olduğunu pek çok kanıtını da askerlerimizin avukatları ortaya çıkarttı. Ben hatırlıyorum da aklımda kalan iki şey resmen traji komikti. Fetöcüler inandırıcı olsun diye çuval çuval sahte belge düzenlemişlerdi hatayı da burada yaptılar. Onca sahtelik düzenlerken Allah şaşırtıyordu bunları. Mesela güya "darbe" belgesini imzalayan kişinin ismi  belgede kâh Ahmet, kâh Mehmet diye yazmıştı! (Gerçek isimleri unuttum yıllar geçti.) İnsan kendi adını yanlış yazar mı? 😂😂😂 Yine darbe belgesini imzalayan askerimiz bir "albay", bir "Yarbay" oluyordu. İnsan kendi rütbesini yanlış yazar mı? 😂😂😂 Darbe seminerine katılmakla suçlanan bir subayımız aynı anda filan şehirde gemide tatbikatta canlı yayında olduğunu videosuyla ispatlıyordu! Böyle daha daha neler vardı. Yine de bunları avukatlar belgeleri didik didik edip ortaya çıkartana kadar suçsuz, günahsız şerefli askerlerimiz boşuna Silivri'de yattılar, öldüler. 

Bu kumpasta büyük payı olan kimilerinin sahte haham, kimilerinin İsrailli Mossad ajanı dediği, CIA ajanı mı, ne bok olduğu belli olmayan ve Kanada'ya kaçtığı söylenen Tuncay Güney

"Ergenekon bir oyundu, rolümü oynadım"

demez mi! Bakın, Tuncay Güney'in kendi ağzından itirafı:

Ergenekon bir oyundur

Yetmedi.

Yine Fetöcüler yüzünden 15 Temmuz oldu. Tayyip yine sütten çıkma ak kaşıktı! (yerseniz)

Tarikatçılar hastane kurdu!

Kurunca bakın ne oldu:

Tarikatçının hastanesinde vurgun

Dinci ENSAR vakfında 42 çocuğa tecavüz edildi.

Edildi de ne oldu? Dinci akepe hükümeti

"Bir seferden bir şey olmaz"

dedi.

Kuran kursuna giden sekiz yaşındaki Narin'in dinci, tarikatçı ailesi ve hatta galiba tüm tarikatçı köy birlikte çocuğu öldürüp, gömdüler. Yalandan gözyaşları döktüler. akepeli vekil meğer bunların dostuymuş

" Her şey söylenmez"

filan dedi. akepeli yani dinci bakan Narin'i soran gazetecilere parmağını dudağına götürerek;

"ŞŞşttt!"

dedi. İki ay geçti hâlâ da susuyorlar. Tarikatlar böyledir, kol kırılır, yen içinde kalır. Dincilerde soru soramazsınız, dinci biri hiçbir şeyi sorgulayamaz. Tanrı, başımı örtmemi emretmişse vardır bir bildiği der. Laik insan sorgular. Dinci insan dinleri, peygamberleri, tarikatları da sorgulayamaz.


Dincilerin yönettiği ülkede para en önemli değer olur.
Hastaneler, ticarethaneye dönüşür, hastalar "müşteri" gözüyle bakılır ve sonuçta bebekler öldürülür; çünkü dincilerde acıma yoktur.


Bir kadın zina mı yaptı? Kadınları gömerek taşlarlar.


Acımaları olmadığı için köpek olan yerde namaz kılınmaz der köpekleri taşlarlar, o yüzden her gün sokaklarda öldürülmüş köpekler görüyoruz.


Dinci, kendisini kapatmakla yetinmez; seni de kapatmak ister, senin de huzurunu bozmak ister.


Dincinin kendisinin oruç tutması yetmez; illa sen de aç kalmalısındır.


Dinci Yılbaşını kutlamaz ama senin de Yılbaşı kutlamanı istemez. Kutlamaya kalkarsan başına bomba atar. Acımaz.


Dinci, kendi koltuğunun, gücünün gitmemesi için 72 milletten tecavüzcü, şeriatçı, terörist, canlı bomba, İŞİDli, hapis kaçkını, psikopat, savaş travmalı ruh hastası, hırsız, uğursuza ülkeyi istila ettirir. Acımaz.


28 Şubat kararlarına kızmak yerine uygulansaydı,


- TSK'ya Balyoz ve Ergenekon kumpasları, 15 Temmuz yaşanmayacaktı.


- Ülke mülteci kampına dönmeyecekti.


- Yılbaşı gecesi Reina'ya bomba atılmayacaktı.


- Ekonomistim diyen İmam Hatipli biri ülkenin ekonomisini çökertmeyecekti. Karpuzu dilimle almayacaktık. Benim zamanımda karpuzu dilimle değil, ikişer, üçer alırdık. Yaşı yaşıma yakın olan her Türk vatandaşı bunu bilir. Yine benim zamanımda kiracılar ev sahipleri birbirini boğazlamazlardı çünkü kiralar böyle anormal değildi. Yine benim çocukluğumda ve gençliğimde her gün bir hatta üç, beş kadın öldürülmezdi. Kadına saygı vardı. Boşanmak normal karşılanırdı; çünkü laik, cumhuriyet nesli böyledir. Benim annem, babam boşandı, dayım boşandı, kız kardeşim boşandı, komşularım boşandı kimse kimseyi öldürmedi. Neden dincilerin, Fetöcülerin, tarikatçıların korunup kollandığı son 22 yıllık dönemde kadın cinayetleri katlanarak arttı? Hani dincilerle huzur gelmesi gerekmiyor muydu?


İmam Hatipli bir dinciye ülkeyi emanet ettiler. 22 yıl yönetti. Daha doğrusu yönetemeyip ülkenin ekonomisini çökertti, hayvancılığını çökertti, tarımını çökertti, ordusunu çökertti, bakanları hastane sahibi oldu, liyakatsız insanlar kritik görevlere getirildi, öyle ki, öldü denilen insanlar tabutta diriliyor! Yıkanırken diriliyor! Herhalde ölü raporunu Kartal İmam Hatip mezunu liyakatsız birileri veriyor.


Bunu yazan Fatih Tezcan isimli Atatürk düşmanı, laiklik düşmanı şahıs bugün  "Fetö geberdi" diye yazmış. Sorsanız Fetöyle en çok mücadele edenlerden biriymiş. Tipik dinci fırıldaklığı. 😂😂😂 Bu fırıldaklara en güzel cevabı sosyal medyada (Twitter  yeni adıyla X) şöyle bir cevap verilmiş:





Yakınlarınız ölürse dikkat edin. Doğru dürüst tıp eğitimi almış insanlar bir baksın, kalbini dinlesin, ne bileyim nabzına baksın. Ölmeden öldü demesinler ananıza, babanıza. Dinci, tarikatçıların hastanelerinde yatan yakınlarınız varsa yine dikkat edin. Öldürmesinler para için. Benim üst kat komşum on bir yaşındaki çocuğunu kara çarşafa soktu. Epeydir görmüyordum meğer yatılı okuldaymış. Nasıl bir yer olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Zavallının orada beynini yıkayacaklar. Atatürk'ü, biz laikleri, cumhuriyeti kötüleyecekler, belki cihat, canlı bomba eğitimi verecekler, çocuk yaşta evliliğin propagandasını yapacaklar, belki okunmuş su diye uyuşturucu verip tecavüz de edecekler. Anasının yerinde olsam bunları düşünürdüm hatta kızın saçından bir tutam kesip uyuşturucu verilmiş mi araştırılması için savcıya bile giderdim ama nerde? Kuzuyu kurda emanet etmiş; Fetö'den hiç ders çıkartmamışlar. 


Fetö gitmiş, Metö gelmiş, o da gitse Götüş gelir affedersiniz. Tarikat mı yok? Beğen beğen al. Birbirlerini camilerde öldürüyorlar çünkü hepsinin amacı para, siyasi güç, seks. Din mi? Videoyu izlediniz daha Allahu Ekber'in anlamını dahi bilmiyorlar.



Bu da Fetö ve siyasal İslam'ı yani dinciliği (dindarlığı değil) en iyi anlatan fotoğraflardan biri olarak bugün Twitter'da rastladım. Bu fotoğraftaki sanırım karı-koca kim bilmiyorum. Ünlü birisi herhalde. Biz laiklerin, Atatürkçülerin "Fettoş"  dediği Fetö'nün bir papazın, Hristiyan tarikatçılarının hastanesinde geberdiğini de bu sabah öğrendim. Haberi alttaki linkte:


E, ben hep diyordum bu adam Hristiyan rahibeleri başlarını nasıl örtüyorsa, 'dinler arası diyalog' diye götünden - affedersiniz- uydurduğu şeyi dayattı. Oysa Türk kızlarının geleneklerinde oyalı yazma, allı güllü yemeni vardır. Onu da iki örgü saçlarını açıkta bırakarak örterlerdi ve sebebi dinden çok ahır süpürürken saçlar toz olmasın; yufka açarken, yemek pişirirken yemeğe kıl düşmesin ve biraz da geleneklerdendi. Oyalı yazmasına bakarak bir kızın evli mi, nişanlı mı, bekar mı olduğu anlaşılırdı. ( Bu konuyu Kızılcık Şerbeti yazımda daha ayrıntılı olarak yazmıştım zaten. )


Son olarak; hep diyorum. Laikliğin kıymeti elden gitmeden bilinmez. Afganistan, Irak, İran, Suudi Arabistan gibi şeriatla, Kuran'la yönetilen dinci ülkelerde insanlar denizlerde boğulmak; köpek balıklarına yem olmak pahasına dandik botlara binip laik ve Hristiyan ülkelere kaçıyorlar, uçakların tekerleklerine sarılıyorlar! Bunları haberlerde izledik, fotoğraflarını gördük.


Bugün Fetö geberdi ama zihniyeti hâlâ iktidarda;  ateşi bol olsun tabii gerçekten bir Cehennem varsa ama onun işbirlikçisi, yardakçısı - kim biliyorsunuz - ve onun yandaşları, belediye başkanları, bakanları, vekilleri, mekilleri sütten çıkma ak kaşık olarak duruyor; hatta başka herkesi Fetöcü olmakla suçluyorlar. Gerçekten trajikomik!


Nasıl da 180 derece dönmüş😂
(Bilmeyenler için Osman Gökçek, akp bld. bşk.
Melih Gökçek'in oğlu)

 Fetö, Balyoz, Ergenekon ve 15 Temmuz'u tek başına mı yaptı? Yoo. Biliyoruz perde gerisinde kimler vardı. Ben biliyorum kimler olduğunu ama açık açık ismini yazamıyorum kapıma polis gelmesin diye. Dobra olduğum için 66 yaşımda hapislerde mi çürüyeyim?  Yani biliyorum; şu ülkenin en az yarısı da biliyor; Putin biliyor, Amerika biliyor, İngiltere biliyor, dünya biliyor ama ispatlamak için erken seçim olması, bunların gitmesi ve bu suçlarından ötürü yargılanmaları, ülkenin servetini iç ettikleri için de o servetlerine el konulması gerekir. Sonra da ilk iş olarak milyonlarca mültecinin TC kimliklerinin iptal edilip, hepsinin sınır dışı edilmesi şarttır yoksa on yıl sonunda bu ülkede azınlık duruma düşeriz. Belki laiklerden nefret eden, Atatürk'ü düşman gören, keşke Yunan kazansaydı diyenler, 28 Şubata kin kusanlar laiklerin, Atatürkçülerin azınlık durumuna düşmesine çok sevinecektir. Bir de Tayyip sayesinde 22 yılın sonunda servetler kazanan, 30 yerden (abarttım tabii  ama 4, 5 yerden maaş, huzur hakkı alanları basın yazdı)maaş alanlar, dirseklerine kadar 22 ayar bileziklerle gezen müteahhit karıları daima Tayyip'e oy atmaya devam edeceklerdir. Ne diyeyim? Allah (varsa) kimseyi bilezik, maddiyat yüzünden ülkesini her alanda çökertmeye adeta yemin etmiş birine oy atacak kadar alçaltmasın. 

"Oh! Ne güzel! Her yer Arap, Afgan, Pakistanlı, şeriatçı, burkalı, kapalı insanlarla doldu. Ne güzel Maşallah, herkes Müslüman, Atatürkçü, 28 Şubatçı laiklerden kurtulduk."


diye rahatlayacaklar ama sevinçleri çok sürmeyecek; Afganistan, Libya, Irak nasılsa işte ona dönecekler ve


"Atatürkçüler, laikler, 28 Şubatçılar haklıymış"


diyecekler ama son pişmanlık fayda etmeyecek. Kısaca, ülkeyi yıkınca, kendileri de o enkazın altında kalacaklar. Belki can havliyle laiklikle yönetilen Avrupa ülkelerine kaçıp oralarda sığınmacı olurlar. O da bizlerin, Balyoz kumpasıyla ölen, intihar eden Ali Tatar'ların başta olmak üzere; dinciler yüzünden hayatını kaybeden tüm insanların hatta toplatılan, öldürülen kedilerin, köpeklerin ahı olacak.

Not: Yazım çok uzun oldu. Kısaltmak istedim ama o zaman da kendimi yeterince ifade edemeyecekmişim gibi geldi. Uzun olunca, bitirmek için acele de edince illa ki, cümle düşüklükleri, imla hataları vs. olmuştur. Kusura bakmayın. Video açılmazsa,  lütfen haber verin. Teşekkürler.

14 Ekim 2024 Pazartesi

BİR SEVİNİRSİN, BİR ÜZÜLÜRSÜN

Epeydir canım hiçbir şey yazmak istemedi. Uzun bir grip midir nedir atlattım. Belki Covid varyantı filandı; bilemiyorum; çünkü test yaptırmadım. Komşumla birlikte gittik devlet hastanesine. Tansiyonumun 4, nabzımın 129, EKG'min anormal olduğu yazılı bir elektro kâğıdı verdiler elime, sağ olsun tuzlu ayran aldı komşum Habibeciğim kantinden. Serum filan taktılar, sonunda "üşütmüşsünüz" dediler, birlikte eve gittik. Bence ne üşütmek, ne Covid. Bücürük'ümün acısı. Neyse şimdi geçti ama hâlâ öksürüyorum. O da geçerse tam iyileşmiş olacağım. 

Bu arada bir sevindiğim, bir de üzüldüğüm şey oldu.

Sevindim

Çok, çok, çok, çok sevdiğim bir komşumun kızı türbanını çıkarttı; dini hurafelerle beyni yıkanmayan bir genç kız nasıl giyinirse öyle giyinmeye başladı. Çok sevindim çok. 😍😍😍😍

Üzüldüm. 

En üst katımdaki komşunun on bir (11) yaşındaki kızını bildiğiniz kara çarşafa sokmuşlar. Pencereden görünce iki elimle ağzımı kapatmışım şoktan. 

Geçen yıl okuldan almışlardı, medreseye (bu çağda medrese! Anladığım kadarıyla laik eğitim sisteminin tam karşıtı şeyler öğretiliyor) gidiyormuş. Sakallı ve çatık kaşlı bir adamın direksiyonda olduğu bir servis aracı geliyor ona binip gidiyordu. Bu aralar pek görmüyorum. Ya ben rastlamıyorum ( kedilerim geldi mi diye sık sık pencereden bakıyorum. İki anne kedim var gelip giderler, yavruları pofuduk pofuduk olmuşlar çok mutlu oldum)ya da medreseyi de bıraktı ve tamamen eve kapatıldı. 

On bir yaşında! 😕😖😟😡

On bir yaşında ve kara çarşafla geziyor! 

On bir yaşında ve okula gitmiyor. Gönderilmiyor!


18 Eylül 2024 Çarşamba

GRİP ve TEŞEKKÜR (yorumu)


Arkadaşlar yeni yazdığınız yazıları okumaya gelemiyorum, bir haftadır çok hastayım



4 Eylül 2024 Çarşamba

GÖNDERİLMEMİŞ AŞK MEKTUPLARI


(Rahmetli annemin açık mavi, tüllü şapkası)

1960 yazıydı. Annelerimizin gardıroplarında kombinezon, jartiyer ve arkası dikişli ince çorapların olduğu günlerdi. Yuvarlak kutular içinde çiçekli veya gözlere kadar inen tüllü şapkalar da olurdu. Ben, Zeynep ve Leyla. On üç yaşında üç kız, aynı apartmanda oturuyor, aynı okula - Ayrancı İlkokulu'na - gidiyorduk. Ayrılmaz üçlüydük. O zamanlarda bilgisayarın, cep telefonunun adı bile duyulmamıştı. Çamaşırlar merdaneli makinede (bizimkinin markası NurMetal'di hâlâ hatırlarım), bulaşıklar elde yıkanırdı. Evlerimizde ev telefonu bile yoktu. Sadece Zeynep'in babası doktor olduğu için onların evinde parmağını yuvarlak deliklere sokup, "ÇIIIRRTT" diye çevrilen, siyah, ahizeli bir telefon vardı. Şimdiki gençlerin, Z kuşağının hiç görmediği bir şey.



Televizyon da Türkiye'ye henüz gelmemişti. O yüzden bol bol sinemaya giderdik ve üçümüz de William Holden'e aşıktık. Daha doğrusu ünlü film yıldızlarına duyulan çocukça hayranlık diyeyim. Çocuğuz biz daha ne aşkı?

(Piknik filminden bir sahne)

Yan yana dizilmiş, şimdi yerinde yeller esen Çankaya Sineması'nda Piknik filminin afişine baygın gözlerle bakıyorduk. Filmin esas kızı bal rengi gözlü Kim Novak; esas oğlan da mavi gözlü, yakışıklı William Holden'di.


"Ay! Çocuklar, birbirlerine ne kadar yakışıyorlar."


diyor, iç geçiriyorduk ki, Leyla'nın aklına bir şey geldi:


"Kızlar, mektup yazalım; imzalı fotoğrafını isteyelim mi?"


Fikri beğenmiştik ama adresi nereden bulacaktık? Şimdiki gibi bilgisayar, internet, ünlülerin sosyal medya hesapları filan yoktu ki.


"Mektupları yazalım, adresi bulunca göndeririz" dedik. Babalarımızın dolma kalemlerini alıp, pembe pelür kağıtlara yarım yamalak İngilizcemizle, büyükler görmeden


"Dear Mr. William Holden..."


ile başlayan ve


"Sizi çok seviyoruz. Bugün arkadaşlarımla Piknik filmine ikinci kez gittik. Biz, Ankara, Türkiye'de yaşıyoruz. Lütfen bize imzalı bir fotoğraf gönderir misiniz? Çok seviniriz."


diye devan eden, selamlar ve iyi dileklerle biten mektuplar göndermeye başladık.



"Kızlar, ben mektubun sonuna öpücük de koydum."

"NEEE? Nasıl yaptın ki?"


"Annem, bulaşık yıkarken, tuvalet masasında rujunu sürdüm sonra kâğıdı öptüm, öyle güzel ruj izi çıktı ki, sonra hemen sildim dudaklarımı annem görmesin diye."


Üçümüz de kikir, kikir, kikirdedik. Zaten annelerimiz evden gidince rujlarını, allıklarını sürmek, kalem topuklu ayakkabılarını giymek en sevdiğimiz şeydi. Mektuplar zamanla birikti. Anne, babalar görüp, kulaklarımızı çekmesinler diye onları saklayacak bir zula bulmak gerekiyordu. Zeynep imdadımıza yetişti:


"Teyzemin kahve sehpasının kenarında kimsenin bilmediği incecik bir yarık var. Oradan içeri atalım."



Böylece mektuplarımız ceviz ağacından oyularak yapılmış, aslan ayaklı sehpanın içindeki gizli bölmeyi boyladı. O arada Hayat Mecmuası, Ses Mecmuası gibi dönemin ünlü dergilerinden William Holden'in adresini istedik ama işe yaramadı.


"Yahu, Amerikan Sefareti burnumuzun dibinde. Onlara söyleyelim."


Çankaya'da oturmamız avantajımızdı. O yıllarda büyükelçilikten çok "sefaret" kelimesi kullanılırdı. Etrafımız çeşitli elçiliklerin binalarıyla doluydu. Sokaklarda dolaşırken sarileriyle Hint kadınlarına, çekik gözlü Japonlara sık sık rastlardık. Kâğıt, kalem aldık ve yürüye yürüye Amerikan Sefaretine gittik. Parmaklıklı kapının yanında bir nöbetçi kulübesi vardı ama ne kadar yalvarsak da eli boş döndük. Bıyıklı adam bizi içeri almadı.


"Pis adam!"


"Löööö!"


diye dil çıkartıp, benzer sözler söyleyerek kaçtık. Adamcağız da sabırlıymış. İntikam olsun diye biraz sonra elimizde makaslarla gittik. İki metre demir parmaklıklardan dışarı taşan güllerden bol bol kestik, eve götürdük. Nasıl güzel kokuyorlardı anlatamam.


Piknik'ten sonra başka filmler de geldi. Sabrina, Aşk Çok Güzel Bir Şeydir, Paris'te Aşk Başkadır gibi. Hepsine bir, iki kez gittik. Annelerimiz kızmasa daha da çok gidecektik. Gişedeki adam artık üçümüzü de tanıyordu.


"Yine mi siz?"


"Evet yine biziz, sana ne? Saman ye! Daha doymazsan beni ye!"


Nasıl da şımarıktık. Çocukluk işte. 😆 On üç yaş nedir ki? Böylece baharlar baharları, kışlar kışları kovaladı. Yerler kâh çiçek tozlarıyla, kâh karla doldu ve on yıl geçti. Adresi bulmaktan artık vaz geçmiştik. Mektupları da sehpanın içinde unuttuk. Artık sokakta saklambaç, yakar top oynayacak; akşam olunca "Akşam Ebesi!" diye birbirimizin sırtına vurarak, merdivenlerde kahkahalarla koşturduğumuz günler geçmişti. Üniversiteden mezun olunca, Zeynep, bir doktorla; Leyla da bir öğretmenle evlenmişti. Ben, henüz bekârdım çünkü Amerika'ya dil okuluna gidecektim. Hangisini seçsem diye düşünürken, Zeynep, teyzesini kaybetti. Çok üzgündüler, biz de öyleydik. Evcilik için onlara gittiğimizde buzdolabının buzluğunda yaptığı "FrukoBuz" ikram ederdi bize. Çankaya Sineması'nda satılanın aynısıydı. Nasıl becerdiğine hâlâ şaşırırım. Ellerimiz donmasın diye de kahverengi ambalaj kâğıdına sararak verirdi.


Mevlut okunurken dantelli kahve sehpası gözüme ilişti. Fısıldadım:


"Zeynepciğim, mektuplar hâlâ içinde mi?"


"Aaa! Çoktan unuttum! Evet, içinde olmalı."


"Bana versene. Amerika'ya gideceğim ya; belki adresi bulurum. Yıllar sonra da olsa kendisine ulaştırırız."


Mevlut okunurken, diğerleri görmeden Zeynep, pul maşasıyla tüm mektupları gizli bölmeden çıkarttı ve bana verdi.


On yıl önce adres için gittiğimiz elçiliğe bu sefer vize için gittim. Kapıdaki adam aynı kişiydi. O beni tanımadı tabii ama ben onu tanıyıp ne maskaralıklar yaptığımızı hatırlayınca bir gülmedir geldi. Vizeler, pasaport işlemleri tamamlandı. Annemler, Zeynep ve Leyla ile gülmeli, ağlamalı kucaklaşmalardan sonra uçaktaydım. Tüylerim diken dikendi. Kızların


"Mektupları unutma sakın!"


demesini, babamın şakayla karışık


"Bana bak kızım! Dönerken yanında sakın Corc, Morc getirme ha!"


demesi sayesinde uçak korkumu yendim.


Babam, fotoğraf çekmem için minik bir Kodak makine de almıştı bana. Bol bol resim çekerken, okulun hocası Susan hanımla arkadaşlığımızı ilerletince ona mektuplardan söz ettim. Hikaye ilgisini çekti ve elinden geleni yapacağını söyledi. Gerçekten de bir hafta sonra nasıl bulduysa bana adresi verdi. Bir sarı taksiye bindim ve şoföre kâğıdı uzattım ve İngilizce olarak o adrese gitmek istediğimi söyledim. Şoför bana dönüp gülümsedi.


"Türk müsünüz?"


Afalladım.


" Evet? Siz de mi?"


Kahverengi gözlü, siyah saçlı, yaşıtım gencin bakışları "Benden zarar gelmez" diyordu.


"Evet. Hem dil öğreniyorum, hem de okul harçlığımı çıkartıyorum." dedikten sonra elini uzattı:


" Mert."


Uzatılan eli sıktım.


"Nazlı."


Sohbet ede ede Beverly Hills'in muhteşem malikânelerinin olduğu yerlere gittik. Devasa bahçenin korunaklı bir kapısı vardı. Hikayeyi Mert'e de anlatmıştım. O da beni yalnız bırakmadı. Zili çaldım. Az sonra diafondan İngilizce bir ses geldi. Ne istediğimizi filan sordu. Dilim döndüğünce anlattım. Mert'in İngilizcesi daha iyiydi. O da konuştu ama adam Nuh diyor, peygamber demiyordu. Sesinin tonundan gittikçe kızdığını hissettik. Resmen azarlıyordu.Yüzüm düştü.


"Üzülme ya. Koskoca Hollywood yıldızı. Kimseleri almazlar içeri kolay kolay. Bak şöyle yapalım. Nasılsa adresi biliyoruz. Postaya verelim. Eline ulaştırırlar."


Neredeyse boynuna atlayacaktım. Bunu nasıl da düşünememiştim?


"Harikasın!"


En yakın postaneye gittik. Tek tek mektupları verdik. Afro- Amerikalı, şişman bir kadın memur hepsine PAT - PAT damga vururken keyifle izledim.


O günden sonra Los Angelesli taksi şoförü Mert'le sık sık birbirimizi aradık. 1970 olduğu için cep telefonu yoktu ama okulun telefonundan onun yurdunu arayabiliyordum. Öğretmenimiz "İngilizceyi konuşmak istiyorsanız kendi memleketinizden insanlarla konuşmayın" demişlerdi ama gönül ferman dinlemiyor. Altı aylık kurs sonunda eve döndüğümde aileme bir de damat adayı getirmiştim. Corc, Morc da değildi. 😃


Bir altı ay sonra ise, başımda papatyadan taç, mektuplar sayesinde tanıştığım çocukla nikâh masasındaydım. Zeynep ve Leyla da şahidimdi. İki gün sonra hem benim, hem Zeynep ve Leyla'nın baba evine Amerika'dan üç adet mektup gelmişti. Üç aile de açmamış, kızlarının gelmesini beklemişti. Heyecanla hepimiz aynı gün bizim evde buluştuk. Eller titreyerek üç zarf açıldı. Leyla ve Zeynep, eşlerine bahsetmemişlerdi. Durduk yere kıskançlık çıkmasın değil mi? Herkes Mert kadar anlayışlı ve hoşgörülü olmayabilir.


Zarflar açıldı, içinden William Holden'in üç fotoğrafı çıktı. Biri ben, biri Zeynep, üçüncü de Leyla için imzalanmıştı.


Çaylar içilip, tatlılar, tuzlular yenilirken, neler olduğunu soran annelere hikayemizi anlattık.


Mert, iyi bir iş teklifi alınca, on yıl geçmeden mutlaka vatanımıza dönmek üzere Amerika'ya yerleştik. 1981 yılına girdiğimizde artık Ankara'ya dönme planları yapıyorduk ki, televizyonda William Holden'in hayatını kaybettiğini söylediler. Efsane oyuncu, küllerinin Büyük Okyanus'a serpilmesini vasiyet etmişti. Bu platonik ve çocuksu aşk hikayesini bilen eşim bir gün beni deniz kıyısına götürdü. Elinde masum aşkın simgesi beyaz bir gül vardı.


Çiçeği usulca suya bıraktım. Dalgalarla yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Başım, Mert'in omzunda; çocukluğumun bu ünlü yıldızına veda ettim. Mektuplardan birinde rujlu öpücüğümün olduğunu söylemedim. O hâlâ biz kızların arasında sır. 😉



- SON -

Yazarın notu:
Bu hikayemi daha önce okuyup, yorumlar yaptınız. Okumayanlar ilk kez görecekler için yeniden yayınladım :)
Çocukluk arkadaşım Zeynep, Müjgan...kulakları çınlasın; birlikte gerçekten sinemaya giderdik, çok eğlenirdik, annelerimizin topuklu ayakkabılarını giyer sokağa çıkar, makyaj yapardık, tüllü mavi şapka duruyor :) ABD değil ama Rus Sefareti'nin güllerini gizli gizli kopartırdık, fruko buz yapan aslında Zeynep'in annesiydi, Çankaya Sineması maalesef yıkıldı :( şimdi herkes bir yerlerde....bağlantımız koptu maalesef. Hikayenin kalan kısımları ise kurgu yani hayal gücü. Gerçek değil. :)

18 Ağustos 2024 Pazar

DULLAR APARTMANI



Safinaz teyze, evli olduğu yıllarda ameliyat geçirip; doktorunun üç ay iş yapma uyarısını dinlemeyince, hafif kambur kalmış, mavi gözleri yaşlandıkça grileşip, parlaklığını kaybetmiş, hep çiçekli entari ve anne çorabı giyen, ak saçlarını daima topuz yapan bir komşumuzdu. İşte bu tonton Safinaz teyze, Üsküdar’da, musluğunu hurdacıların arakladığı tarihi çeşmeye bakan apartmana “Dullar Apartmanı” ismini taktığını söyleyince, ince belli bardaktaki çayları az kalsın püskürtecektik.


İşte söz konusu o çeşme...bir yaz günü önayak
olmuş ve hortumla şakır şukur yıkamıştık.
fotoğrafı çekenin eline sağlık.


Kendisi,

“E, ben dul, hemşirem dul – Safinaz teyze kız kardeşine hemşire derdi - Sare hanım dul, onun kızı dul; Melahat Hanım dul, annen dul (benim annem oluyor) zaten topu topu on daireyiz. Yarısı dul.”

Diye küçük oturma odasını kahkasıyla çınlattı. Kayserili ve kilolu Sare teyze,

“Ne yapsak apartmanın ismini Dullar Apartmanı olarak değiştirsek mi?”

Deyince, yuvarlak gözlüklerinin içindeki gözlerinin içi gülerek bir “Ha, ha, haay!” daha geldi.

Haftada bir kez, akşamları, ben, kız kardeşim ve annem, 7 numarada oturan Sare teyze ve kızı, 4 numaradaki Safinaz teyzeye oturmaya giderdik. Ben ve kardeşim, annem dahil yaşlıların arasında hepsinin çocuğu gibi kalıyorduk ve böyle misafirliğe gide gele, “zaar”, “dağlara taşlara”, gibi kocakarı jargonuyla konuşmaya alışıyorduk.😁

Safinaz teyzenin kızı evlenmiş arada vapur, tren, dolmuş olan uzak bir semte yerleşmiş, oğlu da yıllar önce ekmeğini kazanmak için ta Almanya’ya gitmişti. Kadıncağız yalnız yaşıyordu ve bu yüzden bu çaylı, kahveli akşam oturmalarını çok seviyordu. Odada sadece bir sedir, çağla yeşili kadife üç Berger koltuk ve tüplü televizyonla, yine yeşil rengi ev telefonunun durduğu bir sehpa ile halı vardı. Bu küçük oda tam çeşmeye ve elektrik direğine bakardı. Ertesi hafta toplanınca elektrik direğinin kaldırılması sebebiyle Safinaz teyzeye gözün aydın da dedik ama direğin nasıl olup da kaldırıldığını bilmiyorduk. Safinaz Hanım olayı aktardı:

“Bizim çatlak Mehtap Hanım, açmış belediyeyi, bu elektrik direği hırsıza yol, tam balkonumun önünde, hırsız girer, iki kadınız, başımızda erkek yok, ne yaparız?”

Diye ağlamış, ağlamış direği kaldırttı.

“Aaa! İnanmıyorum!”

“İnan kızım, inan. Çatlak, matlak işini gördürmüş. İyi oldu. Ben de rahatladım. Hırsıza yoldu gerçekten o elektrik direği.”

Mehtap teyze aslında annemden çatlak değildi; annem tam çatlaktı ama ne yaparsınız? Dünya bu. Kimse mükemmel değil. İşte biraz cins, biraz eksantrik bir kadındı. Bir gün saçını havuç rengine boyamış, ayağına yeşil uzun külotlu çorap giymişti de arkasından gülmüştük. Allah affetsin yani dedikodu yapmak hoş bir şey değil. Sonra bir de “İkinci parlamaya geçmiş olsuna geldik” olayına çok gülerdik. Anlatayım:

Şimdi Haydarpaşa önlerinde Romanya bandıralı, korkunç tanker kazası olmuştu; işte o trajik kazadan günler sonra ikinci bir patlama olup tüm İstanbul gece vakti gündüz gibi aydınlanmış, gökyüzü kırmızı olmuştu. Bu da yine dul komşularımızın buluşması için bahane olmuştu:

“İkinci parlamaya “geçmiş olsun”a geldik.”

Diyerek yine toplaştık ama ben ve kız kardeşimin aklına “İkinci parlamaya geçmiş olsun” gelince kıkır kıkır kıkırdıyorduk.

Gülüyorduk ama çatlak Mehtap teyze de, yaşlı Safinaz teyze ve kızı da genel kültürleriyle, görgüleriyle pek çok komşuyu ceplerinden çıkartırlardı. Niye mi? Söyleyeyim:

Bir gün yine çay içip, tatlı tatlı sohbet ederken, laf dönüp dolaşıp Frank Sinatra'ya geldi. Safinaz teyze

"Sinatra sevilmez mi?" demez mi?

Ve ekledi: "Grace Kelly'e evlenme teklif etmiş ama refuze edilmiş."

Aaah! Allah'ım sana geliyorum. İstanbul'dan sonra taşındığım şehirdeki apartmanlarda Sinatra'nın, Grace Kelly'nin değil aşk hayatlarını, isimlerini bilen komşuya bile rastlamayacaktım. Ayrıca, yıllar sonra bilgisayarım ve internetim olunca, Sinatra'ya ünlü şarkıcının dördüncü eşi hakkında
"Şu kadında ne buluyorsun?" diye soran yakın bir arkadaşına "Ona bakınca Grace Kelly'i görüyorum" dediğini okuyunca, Safinaz teyzenin gayet haklı olduğunu da anlamış oldum. Ayrıca öyle görgülü bir kadındı ki, komşuları hatta postacı, kargocu, kapıcı vs. giderken gümlemesin, çarpmasın diye daire kapısını yarım saatte kapatırdı.

"Kapı güm diye kapatılmaz, gidene büyük hakaret ve ayıptır kızım." derdi. Biz de hep onun gibi yaparız, şu anda oturduğum apartmanda ise kapıyı arkanızdan

"Ay! Defoldu! Gitti!"

der gibi güm! diye çarparak kapatıyorlar! Kapının sesiyle tüm apartman inliyor! Böyle zamanlarda cumhuriyet nesli bir başkaymış gerçekten diyorum.

Bir zaman sonra apartmanımızın yaşlı komşu teyzeleri birer birer göçüp gitmeye başladılar. Sare teyze kalpten gitti. Sonra da Çatlak Mehtap Hanım'ın annesi sizlere ömür oldu. İşte o gün başsağlığına gittiğimizde Mehtap teyzenin

“Kocam öldüüüü! Kocamdı o beniiiim!”

diye ü'leri ve i'leri uzatarak; feryat figanları yüzünden az kalsın cenaze evinde gülme krizi çıkacaktı. Herkesin içinden “Gülmüyorum, gülmeyeceğim” dediğine eminim ama ispatlayamam ve yukarıda Allah var hiçbirimiz bu cümlesinden kötü, yanlış anlam çıkartmadık. Aklımızın ucundan bile geçirmedik. Kadıncağız hiç evlenmediği ve ömür boyu anne-kız birlikte oturdukları, can yoldaşı annesi olduğu için


“Her şeyimdi o benim” anlamında öyle diyordu ne yapsın.😢

Yıllar geçti, bir baktık ki, bizler o komşu teyzelerin yaşlarına gelmişiz, onlarsa tatlı anılarımızda kalmışlar, kimisi Alzheimer; kimisi demans olmuş; Safinaz teyze son zamanlarda gözleri tamamen görmez olmuş ve sizlere ömür olmuş; torunları büyümüş; bizler yaşlanmışız; acı bir haber alma korkusundan o teyzelerin hayatta kalan kızlarına telefon açamamaya başlamış ve yalnızlığın ne demek olduğunu anlamışız.

“Meğer en güzel günlerimiz o günlermiş.”


SON



NOT: İsimlerini değiştirdiğim rahmetli komşularıma ithaf ettiğim bu yazımın her satırı gerçekten yaşanmıştır. Mekânları cennet olsun. Resim ise internetten alınmadır ve onlarla ilgisi yoktur.