Sadullah Emin'in Boğaz manzaralı malikanesinin büyük bahçesi, torunu Serdar'ın düğünü için özenle dekore edilmişti.
Pembe, mavi, siyah gece elbiseleri içindeki şık kadınlar, takım elbiseli beyler, organze kabarık etekleriyle prenses gibi ortada koşuşan sevimli kız çocuklarına kadar herkes hazırdı. Üniformalı kız ve erkek garsonlar masalara koşuşturuyordu. Epey pahalı gelinliğinin içindeki sarışın gelin yani Binnur ile damatlığı içinde Serdar ve bordo rengi cübbesiyle nikâh memuru ve iki şahit de yerlerini almıştı. Nikah memuru tam konuşmaya başlayacaktı ki, mikrofonda bir problem olduğu anlaşılınca, teknik ekipten bir genci beklemeye başladılar. Genç, bahçenin ta öteki ucundaydı koşa koşa o tarafa doğru gelmeye başladı ki, davetliler arasında olan ve askısız, kırmızı elbisesi içindeki Zerrin, yavaşça cep telefonunu eline aldı; yanındaki sandalyede oturan erkek kardeşi Aslan'a baktı, gözünü kırparak fısıldadı:
"Kodları girdim; füzeyi fırlatıyorum."
Kardeşi, masanın diğer yanında oturan annesi, babası duymasın diye eliyle ağzını kapatarak kikirdedi:
"Abla, sen CIA ajanı olmalıymışsın!"
"Şştt! Ne sandın ya? Yavaş konuş. Serdar'ı bu sarı çiyana kaptırır mıyım?"
"Merak etme abla ya, müziğin sesinden duymazlar. Hi,hi,hi."
Yıllar önce ailesine karşı çıkmaya cesaret edemeyip, Yeşim'in annesini karnında bebeğiyle ortada bırakan Metin Haznedaroğlu'nun ilk çocuğu olan Zerrin, gözlerini kısmıştı. Cep telefonunda bir tuşa bastı. Aynı anda müstakbel damadın telefonuna "Dink!" diye mesaj sesi geldi. Mikrofon arızası yüzünden teknisyeni beklediklerinden, Serdar belki son anda Amerika'dan gelecek olan arkadaşıdır diye bakmak istedi. Gördükleri karşısında kaşları çatıldı, yanağı seğiriyor, eli zangır zangır titriyordu, yüzüne ateş bastı ve sinirden kıpkırmızı oldu; herkese gülücükler dağıtan geline dönüp bağırarak sordu:
"Bu ne Allah'ın cezası?"
Tam o sırada teknisyen genç masaya geldi ancak, Serdar, yumruğunu masaya indirip
"Bu ne? Ne bu?"
diye tekrar bağırınca, ne yapacağını şaşırdı. Binnur, afalladı, nikah memuru, şahitler, gelinin ve damadın ailesi ve davetliler de öyle. Mutlu görünen tek kişi ateş kırmızısı dekolte elbisesi içindeki kısık gözlü, incecik dudaklı Zerrin'di.
Binnur, Serdar'ın elindeki cep telefonunu alıp baktı, göz bebekleri büyüdü. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyordu. Serdar ayağa kalkmıştı, gelin, damadın kolunu tutup haykırdı:
" Tuzak bu! Tuzak! Bana tuzak kurdular! Açıklayabilirim Serdar! Yemin ederim tuzak! Sana asla ihanet etmedim! "
Damat, kızın eli değilmiş de, engerek yılanı dokunmuş gibi kolunu hızla çekti. Kıza tiksinerek bakıp
"Seni tanıdığım güne lanet olsun!"
diyerek, masada duran telefonunu aldı, koşarak eve girdi. Annesi, babası ayağa kalktılar, tabii dünürler de. Davetliler ne olduğunu anlayamadılar. Nikah memuru ve şahitler birbirlerine baktılar. Teknisyen de hâlâ şaşkın orada öyle duruyordu. Gelinin annesi, elindeki yelpazeyle kendini ferahlatmaya çalışsa da bayıldı bayılacaktı,
Aslan, ablasına bakarak
"Oha! Abla ne yaptın atom mu attın?" diye sordu.
"Onun gibi bir şey. Sonra anlatırım. Binnur işi: The End yani "Son"
"Senden korkulur abla. Hi, hi, hi."
"Şşt! Gülme! Şaşırmış gibi yap. Annemler anlayacak!"
"Tamam, tamam. Gülmüyorum."
Bahçede, dünürler birbirine girmek üzereydi. Serdar'ın babası Kerem, mahcup mahcup Binnur'un babasına, annesine
"İnanın ne oldu biz de bilmiyoruz. Çok üzgünüm."
diyordu. Kızın annesi
"Benim güzel kızım bunu hak edecek ne yaptı? Serdar'a yazıklar olsun, hiç beklemezdik."
derken. Binnur'un ablası,
"Anne, Binnur gidiyor!"
deyince, kadın, eşine dönüp, "Koşalım, kaza filan yapmasın! Şoke oldu!"
deyince, topuklu ayakkabılarıyla uzun duvağına basıp düşmemeye çalışarak, bir eliyle duvağı tutarak araba park yerine koşan Binnur'un peşine düştüler. Beş katlı düğün pastası bir köşede boynu bükük duruyordu. Az sonra
bahçede sadece masaları, sandalyeleri toplayan organizasyon şirketinin çalışanları kalmıştı. Serdar'ın yatak odasının kapısının önünde endişeyle ayakta duran 80'ine yaklaşmış ama yaşına göre dinç olan dedesi, Alzheimer'ın ilk dönemlerinde olan babaannesi, annesi, babası, emektar yardımcıları, gümbürtüleri duyuyor ama kapı kilitli olduğu için bir şey yapamıyor, sesleniyorlardı.
"Oğlum! Ne olur, aç kapıyı? Ne oldu bir anlat bize!"
"Evladım yapma n'olur, gözünü seveyim aç kapıyı!"
"Kerem, çocuk kendine bir şey yapmasın, kapıyı kırsak mı?"
Tam o sırada kapı kendiliğinden açıldı ve Serdar dışarı çıktı.
"Ah! Oğlum!"
"Merak etmeyin, iyiyim, hırsımı aldım ama oda ....."
Genç, cümlesinin devamını getiremedi.
Babası, odaya bir göz attı, yastıklar, kitaplar, yerlerdeydi ama gitarın kırıldığını görünce çok üzüldü. Oğlunun o gitarı ne kadar çok sevdiğini biliyordu. Babasının nereye baktığını gören Serdar,
"O kız için değmezdi ama bir an kendimi kaybettim. Yenisini alırım artık."
dedi.
Annesi,
"Oğlum ne oldu? Bize anlatmayacak mısın?"
deyince çocuk, cep telefonunu uzattı ve ikisi de görüntülerden sonra elleriyle ağızlarını kapattılar. Annesi
"Aman Tanrı'm! Yardım gecesinde bir kadın, 'Bu Binnur çok çapkındır' diye beni uyarmıştı ama çekemiyor, kıskanıyor sanmış, dinlememiştim meğer doğruymuş! Yazıklar olsun!"
dedi. Babası, sinirden bir şey diyemedi. Dudaklarını ısırmakla yetindi. Görüntüler, düğünden bir gün öncesine aitti ve tanımadıkları bir adam, ayakta durmuş, elindeki şampanya kadehini kaldırıp, bıyık altından gülerek
"Yarınki düğünün şerefine. Serdar damadımızı kıskanıyorum doğrusu."
diyerek bir de kahkaha attı. Hemen yanındaki yatakta yüzü gözükmeyen, saçı başı dağınık, gecelikli kız vardı. Kız, yüzünü kameraya çevirdi. Bu, Binnur'un ta kendisiydi, şaşkın şaşkın kameraya bakarken video bitti.
Serdar "Ya, ben bir süreliğine çiftlik evine gideyim, göl kıyısını özledim, kafamı dinlemeye ihtiyacım var."
Annesinin, babasının endişesi yüzlerinden okunuyordu. Kadıncağız
"Oğlum, bu halle araba kullanma"
dese de
"Merak etmeyin, hırsımı aldım, gayet dikkatli kullanacağım söz, baba Allah aşkına kendime bir şey filan da yapmam, değmez bu kız için. Ne hali varsa görsün."
O gece, Serdar, annesini, babasını bir şey yapmayacağına ikna etti ve valizini topladı, bilgisayarını, kulaklığını, sevdiği CD'leri ve üç yıl önce sokakta yavruyken bulup kurtardığı köpeği Luke'u alıp cipine binip Soma'daki çiftlik evine doğru yola çıktı. Annesi, babası Serdar'ın kendine bir şey yapmayacağına emindiler, öyle olsa Luke'u yanına almazdı diyorlardı. Ayrıca mantıklı, akıllı çocuktu. Tek evlatları olarak onlara öyle bir acı yaşatmazdı. Bencil değildi, kırıp, döküp hıncını almıştı. Geriye zamanla bu travmayı unutması kalacaktı. Zaman en iyi ilaçtır denir. Zamana ve oğullarının sağduyusuna güveniyorlardı.
"Nuriye ile kocasını arayalım da haber verelim, belki de iyi olur orada dursun bir süre. Gazeteciler de bilmez. Rahat eder. İkisi de çocukları gibi seviyorlar gözümüz arkada kalmaz."
dedi. Gerçekten de Nuriye ve kocası, Serdar'a doğduğu günden beri neredeyse teyzelik, amcalık etmişlerdi. Allah, ikisine evlat vermemiş, onlar da "paşam" dedikleri çocuğu evlat gibi benimsemişlerdi. Geleceğini duyunca çok sevindiler ama düğün gününün kabusa dönüşmüş olmasına da çok üzüldüler. Hele Nuriye ,
"Neee? Vah! Vah! Boyu posu devrilesice! Ayağına kör mıh batasıca! Kepeği kesilesice! Oyum oyum oyulasıca da, soyum soyum soyulasıca, Serdarımızı üzdü ha? Utanmaz rezil kız!"
gibi yöresine ait beddualar edip durdu sonra da
"Merak etme hanımım, burada kendine gelir, gözümüz gibi bakarız. Hiç tasalanmayın. Ben paşama en sevdiği yemekleri yaparım. "
dedi. Böylece, şımarık, ruh hastası ( ne babası, ne anası kızlarının hastalığının ne kadar ileri derecede olduğunu bilmiyorlardı) Zerrin yüzünden, Binnur ve Serdar'ın düğünü skandalla bitti.
Devam edecek...
Not: Bu hikayedeki kişi ve olayların, gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur, isim benzerliği ve tamamen kurgudur.
nasıl ayarladı bu videoyu acaba :)
YanıtlaSilGelecek bölümlerde öğreneceğiz :)
SilTeşekkür ediyorum canım yorumun için.