YEŞİM(ROMAN) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YEŞİM(ROMAN) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2025 Çarşamba

YEŞİM (ROMAN) 25. Bölüm


Müşkinaz’ın hıçkırıkları evin duvarlarına çarpıp yankılanıyordu; kolay değildi, kırk yıllık hayat arkadaşını toprağa vermek. Aile, yaşlı kadını nasıl teselli edeceğini bilemez halde suskunken, kimse bunun bir cinayet olduğunu fark etmemişti. Herkes zavallı bahçıvanın kalpten gittiğini sanıyordu. Ancak 112 ambulansındaki paramedik, hastaneye götürülüp otopsi yapılacağını söylediğinde Zerrin’in yüzü bir anda kâğıt gibi bembeyaz kesildi. Gözleri boşluğa kilitlendi, ellerinin titremesini annesinden gizlemek için kucağında sıktı.

İçinden

"Bittim ben! Allah'ım keşke ölsem!"

diyordu ki, saat o arada yedi olmuştu ve Yeşim'in garip kaçırılma vakasını çözmesi için tutulan özel dedektif Feridun Tunaoğlu'nun külüstür arabası bahçe kapısından içeri girdi. Metin Haznedaroğlu, eşinin eski gönül ağrısından bir kızının olduğunu öğrenmesini istemiyordu; öğrenirse kıyamet kopartırdı o yüzden dedektifi iş konusunda danıştığı bir avukat olarak tanıtmıştı. Feridun, 112 ambulansı ve yanında duran Metin'i görünce hemen inip; adamın yanına gitti.

" Metin bey günaydın. Kötü bir zamanda geldim galiba. Biri mi hastalandı?"

"Sormayın Feridun bey, bizim bahçıvan...ee, uykusunda ölmüş zavallı. Kalbi vardı. Yaşlıydı da. "

" Vah! Vah! Çok üzüldüm. Başınız sağolsun. "

"Dostlar sağolsun. Eeee.... Feridun bey, sizi gelişmelerden haberdar etmek için çağırmıştım. Kızım, şu anda benim eski ortağım ve dostumun evinde kalıyor. Adresini size atarım. Orada güvenli olacak. Babası yıllar önce ortağımın yani Kerem Bey'in hayatını kurtarmıştı. O yüzden  hem kızım, hem de annesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Çok iyi insanlardır, içim rahat. Tabii gizli tutuyorum benim evdekilerden. Başımın etini yerler yoksa. Eee, bugün bunları uzun uzun konuşacaktım sizinle, gelişme var mı diye soracaktım ki, bu kötü olay oldu. Şey, kusura bakmayın, Müşkinaz hanıma yardımcı olayım, cenaze işlerini hallettikten sonra ben sizi arayayım. Eşim şüphelenmesin. Daha önce dediğim gibi bir kızım olduğunu bilmiyor."

Feridun, "Tabii ki..." diyerek tekrar arabasına bindi. Gerisin geri güvenlik kulübesinin yanındaki uzun demir parmaklıklı büyük bahçe kapısından çıktı. Az gidince motoru durdurdu. Lüle taşı piposunu yaktı. İçine çekti; derin bir nefes verdi. Cep telefonuna mesaj geldi. Baktı. Yeşim'in kaldığı evin adresiydi.

Sonra da ilk ipucu olan engerek yılanı dövmesi için İstanbul'daki tüm dövme salonlarını tek tek dolaştı. Sonunda Fatma'nın tarifine uyan üç kişi buldu. Sevilmeyen bir canlı türü olduğundan pek tercih edilen bir dövme olmaması işini kolaylaştırmıştı. 

Bir tanesi mor saçlı, burnu hızmalı, boynuna köpek tasması gibi kocaman zincirler takmış, deri giysili Punkçu bir genç kızdı. Onu eledi. Diğer ikisi erkekti. Dövmeci, her şeyin kitabını, kaydını tutan biriydi. Engerek dövmeli erkeklerden ikisinin de hangi gün dövme yaptırdıklarını hemen bulup çıkarttı. Sonra da o güne ait kamera kayıtlarına bakarak iki erkeğin de görüntülerini kopyaladı ve Yeşim'in kaldığı eve doğru yola çıktı.

Dedektif bunlarla uğraşırken, Yeşim ve annesi pazar günü herkes evde olduğundan aileyle güzel güzel kahvaltılarını yapmışlar, salonda oturmuş sohbet ediyorlardı. Yeşim arada Serdar'a göz ucuyla bakıyordu. Sonunda cesaretini topladı:

"Serdar, biliyor musun ben seni Soma'da iki kez gördüm aslında ama senin sen olduğunu bilmiyordum."

Delikanlı kaşlarını kaldırdı

"A! Gerçekten mi?"

"Hı...hı...bir seferinde böyle göğün dibi delinmiş gibi şakır şakır yağmur yağıyordu, ben de şemsiyesizdim bir dükkanın tentesinin altında yağmurun biraz dinmesini bekliyordum; baktım sen elinde Luke, sırtında gitar."

"A! Hatırlıyorum o günü. Luke, silkinip seni ıslatmıştı! Çok mahcup olmuştum."

Herkes şaşırdı. Yeşim devam etti.

"Bir gün de gölün orada resim yapıyordum ki, sen tahta iskelede yanında Luke, gitar çalıyordun."

"O kız sen miydin?"

Bu sefer şaşırma sırası Yeşim'deydi.

"Sen de beni gördün mü?"

"Tabii ki, senden başka kimse yoktu. Fazla bakmamaya çalıştım hani ayıp olmasın diye."

Serdar'ın annesi de 

"Aaa! Çok ilginç. Onca yıldan sonra ikiniz de kaç kez karşılaşmışsınız ama birbirinizin kim olduğunu bilmeden. Sonunda kader illa ki, ikinizi yine bir araya getirmiş."

deyince, Fatma;

"Valla ben de şaşırdım Aydan hanımcığım. " diyordu ki, lafına devam edemeden kapı çaldı ve Şenay, gelip

"Kerem bey, Feridun Tunaoğlu diye bir bey sizinle ve Yeşim hanımla görüşmek istiyor. Özel dedektifmiş. "

deyince Kerem,

"Buyursun kızım."

dedi.



Az sonra Feridun bey, içeri girdi. Fatma adamı hemen tanıdı. Diğerleriyle de tanışma faslından sonra dedektif kendisinden bir haber almak isteyen aile üyelerini ve Yeşim ile annesini merakta bırakmamak için lafa girdi.

"Fatma hanım, telefonumda kolunda yılan dövmesi olan iki erkek fotoğrafı var, hem sizin, hem de kızınızın iyice bakmasını istiyorum. O gün kapınıza gelen adamlardan biri mi?"

Feridun, ayağa kalkıp anne, kızın yanına geldi. Telefonundaki resimleri gösterdi. İlk resme bakan Yeşim ve Fatma başlarını "Hayır" anlamında salladılar.

"Yok! Bu değil. Hiç alakası yok."

İkinci resmi görünce ikisi de şok geçirdiler.

"İşte bu! Anne bu! Bu adam!"

Fatma da

"Evet! Evet! Bu o adam! Kızımı kaçıran buydu."

Bu işlere alışkın olan dedektif dışında odadaki herkes çok heyecanlandı.

"Hmm! Bu çok iyi oldu. Artık adamı yakalayıp adalete teslim etmek ve bu işin arkasında başkaları varsa kimler olduğunu öğrenmek kaldı. Vakit kaybetmeden işe koyulayım ben. İzninizle."

Fatma,

"Hemen polise söylesek, yakalasınlar şerefsizi. Kaçmasın bir yere."

deyince, dedektif

"Fatma hanım, bu adam büyük ihtimalle sadece bir tetikçi, maşa yani. Asıl ona bu emri kimin verdiğini, işin arkasında kimin olduğunu bulmamız lâzım. Hiçbir yere kaçamaz merak etmeyin. Benim adım da Feridun ise, hepsini hapse tıktıracağım."

" Doğru, siz de haklısınız. Allah razı olsun."

Feridun beye çok teşekkür ettiler ve adamı kapıya kadar uğurladılar. Sonra da heyecanla bu olayla ilgili konuşmaya başladılar. Yeşim'in niye kaçırıldığıyla ilgili olarak kimsenin aklına bir sebep gelmiyordu. Dedektif evden bahçeye adımını atar atmaz tekrar piposunu tüttürdü ve arabasına bindi. Artık adamın ismini biliyordu. Geriye yakalaması kalmıştı ki, en zevklisi de buydu. Feridun bu işten keyif alıyordu. Suçluları fare, kendisini kedi gibi hissediyordu. O giderken, Serdar Yeşim'e dönerek,

Kaynak: craiyon.com

"Bahçeyi gezmek ister misin Yeşim?"

diye sorarken yanağında sevimli çukurlar oluştu.

"İsterim. Hatta Sarman'ı da yavaş yavaş alıştırayım diyorum."

"Hadi o zaman onu da al gel. Luke kedileri çok sever."

Büyükler kendi aralarında bu kaçırılma işiyle ilgili konuşurken gençler bahçeye çıktılar. Sarman, çimenlere ve ağaçlara bayıldı. Bir o ağaca tırmanıyor, bir ötekine çıkıyordu, pofuduk kuyruğunu sevinçle sağa sola sallıyordu. Yeşim, manolyalara, çamlara, pembe çiçekli tanımadığı ağaçlara hayran kaldı. Ömründe ilk kez bu kadar güzel bir ev ve bahçe görüyordu. Ama asıl önemlisi çocukluk aşkıyla yan yana bu güzel bahçede dolaşıyor olmasıydı. Acaba bu bir rüya mıydı? Serdar gibi zengin ve yakışıklı bir genç onun gibi yoksul bir kıza bakmazdı ki. İçinden

"Hayal kurma aptal Yeşim. Vaktiyle baban babasının hayatını kurtardığı için sana yardım ediyorlar. Yoksa seninle ne işi olur ki Serdar gibi birinin? Televizyondaki dizilerdeki gibi full makyajlı, saçları kuaförden çıkmış, üstünde şık elbiseler, altında lüks araçlar olan kızlarla çıkar o. Seni ne yapsın?"

diye düşünürken farkında olmadan yüzü düştü ama Sarman'ın ağaçtaki serçelere gözlerini kısmış, çenesi titreyerek "ki- ki- ki- ki..." yaptığını görünce, iki genç gülmeye başladılar.

" Senin Sarman bizim bahçede serçe bırakmayacak gibi."

" Yok, yok, öyle kiki , kiki yapar ama tutamaz. Daha yavru."

25. Bölümün sonu


17 Ağustos 2025 Pazar

YEŞİM (ROMAN) 24. Bölüm



Saat gecenin üçünü biraz geçiyordu. Koruda bir baykuş, iki kez "tuuut" "tuuut" diye öttü. Baykuş sesinden bahçıvanın eşi Müşkinaz'ın ödü kopardı; çünkü bunun birinin öleceğine dair işaret olduğuna inanırdı ama şu anda derin uykudaydı ve duymamıştı. 

Peyzaj mimarlarının  eli değmiş bahçede, dekoratif aydınlatmalar, çimenleri gündüz gibi fıstık yeşili gösteriyordu. Aydınlatmaların ışığından uzaktaki çimenler ise karanlıkta olduğundan simsiyahtı. Zerrin, mümkün olduğunca bu şık fenerlerden uzak, karanlık yerlerden yürümeye başladı. Hafif rüzgarla yapraklar hışırdadıkça ürperiyordu. Müştemilata geldi. Cebinden yedek anahtarı çıkarttı, sağına, soluna baktı ve kapıyı yavaşça açtı. İçeri girdi ve yine sağına, soluna bakarak sessizce kapattı. Gözünü karanlığa alıştırmak için biraz bekledi. Etrafı dinledi: Eski buzdolabının tıkırtısından başka çıt çıkmıyordu. O bile ödünü kopartmaya yetmişti. 

"Yapmam lâzım yoksa hapsi boylarım! Aslan beni harcayacak!" 

 diyor. Gözünün önüne elleri plastik kelepçeli, iki polisin arasında, başı öne eğik giderken, magazincilerin 

"Zerrin Hanım! Pişman mısınız? Zerrin Hanım! Neden öldürmek istediniz üvey kardeşinizi? Miras için mi? " 

diye mikrofonları neredeyse ağzına sokarak sorular sordukları geliyordu. Çetin'in 

 "Önce can, sonra canan!" 

demesi kulağından gitmiyordu. Belli ki, çekinmeden kendisini harcayacaktı. "Yıllarca hapislerde yatarım! Yıllarca! Ben oralarda çürürken Yeşim ve anası buraya yerleşir! Yüzme havuzumuzda yüzer! Gününü gün eder! Babamın mirasına konar! Oh! Ne ala! Ne ala! O ikisi kim oluyor? " diyordu.

Müştemilata çocukken çok gelmişti. Yatak odasının yerini biliyordu. Kapıya geldi ve kolu tuttu. Duyduğu sadece kendi kalbinin ve nefesinin sesiydi. Yavaşça araladı. İçeriden adamcağızın horultusu geliyordu. Karısı da hep şikayet ettiği migreni yüzünden yaz olmasına rağmen kafasında yün takkeyle uyuyordu. Zaten yaz sıcağında bile üşüyen yaşlı bir kadındı. Zerrin, yavaş yavaş yatağa yaklaştı, spor ayakkabı ses çıkartmıyordu. Bahçıvanın bir bacağı yorganın dışındaydı. Zerrin cebinden şırıngayı aldı ve tıpasını çıkarttı. İğneyi yaklaştırdı, nefesini tuttu. İçinden bir, iki, üç dedi tam saplayacaktı ki, adam aniden öteki tarafa döndü. Zerrin korkudan yere, yatağın yanına çömeldi. Biraz bekledi. Horlama devam ediyordu. Cesaretini topladı ve tekrar ayağa kalktı. Bacağı hâlâ açıktaydı. İğneyi pijamasının üstünden bahçıvanın bacağına sapladı. Sonra da ilacı sonuna kadar zerketti. Ne o, ne de karısı uyanmıştı. İçinden derin bir oh çekti. Hemen dışarı çıktı, kapıyı kapatmadan tekrar baktı, ikisi de aynı pozisyonda uyuyordu. Zavallı bahçıvan, insülin bacağına değer değmez Hakk'ın rahmetine kavuşmuştu.

Sabah saat altı gibi bir çığlık herkesi uykusunda irkiltti. Bahçıvanın karısı bahçeye çıkmış, ağlıyor ve bağırıyordu.

"Hanımım! Yetişin n'olur! Hanımım yetişin kurban olayım!"

Ev halkı uyandı. Metin, eşi, Zerrin ve Aslan. Yardımcı kadın. Herkes eşofmanlarıyla, pijamalarıyla aşağı indiler. Zerrin dudağını ısırıyor, ağzını yüzünü büzüyordu. Annesi, camlı kapıyı açtı.

"N'oldu Müşkinazcığım? Hayırdır?"

"Hidayet nefes almıyor. Ölmüş galiba...ben ne yaparım hanımım....ben onsuz ne yaparım..."

"Aaa! Allah korusun! Kötü düşünme hemen! Bayılmıştır belki. Dur 112'yi arayayım."

"Aradım hanımım...gelecekler."

Metin bey

" Dur, ağlama Müşkinaz hanım, ben de bir bakayım."

Metin bey koşa koşa müştemilata gitti. Karısı da Müşkinaz'ın kolundan tuttu. İçeri girdiler.

"Müşkinazcığım otur sen şöyle, Zerrin kolonya getir kızım."

Zerrin kolonya getirmeye başka bir odaya gitti. Yere çöktü, iki elini başının arasına aldı.

"Allah'ım ben ne yaptım? Hidayet amcayı öldürdüm! Hidayet amcayı öldürdüm!"

diye sinir krizi geçirmeye başladı. Annesi içeriden

"Zerrin! Ner'de kaldı kolonya?"

diye bağırıyordu.

Sonunda  Zerrin yaşlı gözlerle kolonyayı getirdi. Annesi

"Ah, görüyor musun Müşkinazcığım nasıl ağlıyor, çocukluğundan beri çok sever Hidayet amcasını, bişiciği yoktur inşallah şimdi eşim gelsin söyler rahatlarız, niye hep kötü düşünüyorsun?"

"İnşallah hanımım..inşallah....ama yüzü, kolu buz gibiydi...."

"Yok..yok...Allah korusun...sana öyle gelmiştir belki...sen hep üşürsün ya..."

Ambulans geldi, Metin bey onları içeri buyur ederken, Müşkinaz ve ev halkı da oraya geldi. Az sonra görevliler çıktılar. Paramedik, Metin'e "Başınız sağ olsun" deyince, Müşkinaz, "Hidayet! " diye fevaran ederek müştemilata koştu. Herkes kadıncağızın peşinden. içeri koşup, onu teselli etmeye çalışıyordu.

24. Bölümün Sonu

6 Ağustos 2025 Çarşamba

YEŞİM (ROMAN) 23. Bölüm


Zerrin' in başka seçeneği yoktu. Çetin'in beyaz Afyon mermerli, altın kaplama musluklu, nakışlı havlularla dolu banyosuna gitti. Kafasını suyun altına sokarak kendine gelmeye çalıştı. Şantajcısını öldürdüğü an hatta Binnur'a kumpas kurduğu an karanlık tarafa geçmişti. Ha bir cinayet, ha iki ne fark edecekti? Ama yine de tonton bahçıvan! Allah beni kahretsin! Allah, Çetin'i de kahretsin! Her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı. Bahçıvan konuşursa biterim! diye düşünüyordu.

Bir saat sonra ise adamın dediği hastanenin üçüncü katındaydı. Danışmaya giderek Sümeyye hemşireyi sordu. Beş, on dakika sonra üzerinde pembe üniformasıyla, türbanlı bir hemşire geldi. Zerrin, duyulmasından korkarak, alçak bir sesle kıza; 

"Çetin beyin selamını getirdim." 

diyerek, içi para dolu zarfı kimseye gösteremeye çalışarak uzatırken, hemşire de sağa, sola bakıp çabucak zarfı cebine sokarken, psikiyatristi ile randevusu olan Binnur, ikisini uzaktan gördü. Yanına gidip bir merhaba diyecekti ama gizli saklı bir şey yaptıkları o kadar belliydi ki, gitmek istemedi. İçinden

"A? Bu Zerrin değil mi? N'apıyor öyle? Hemşire de zarfı çabucak cebine attı! Allah! Allah! Çok garip."

dedi. Düğün günü, nikâh masasında bozulan sinirleri için eve gelen terapist yetmemiş bir de çok methini duyduğu bir profesöre danışacaktı. Adamcağız evlere gitmiyor sadece hastanede hasta kabul ediyordu. "ding" diye zil çaldı ve asansörün kapısı açıldı, iki kişi ve tekerlekli iskemlede bir hasta çıkınca, Binnur içeri girdi. Az sonra Zerrin, hemşireden yine gizli saklı insülini aldı. Kadın insülini enjektöre şırınga etmiş, ucunu tıpayla kapatmıştı. Kullanılmaya hazırdı. Zerrin, hastaneden çıktı, arabasına bindi. Eve gitti. Bu akşam bu işi yapmalıydı. Cem'i nasıl ortadan kaldırmıştı? Yakalanmamıştı da! Bunu da yapabilirdi. Ama Cem zaten uyuz, sinsi, pisliğin tekiydi. Yıllardır tanıdığı tonton bahçıvan Hidayet amcaya bunu nasıl yapacaktı?

"Allah kahretsin Yeşim! Allah kahretsin! Hep senin yüzünden! Nereden çıktın geldin! Ailemizin servetine, malına, mülküne ortak olmak ne demek?Sen kimsin ya? Sen kimsin? Kahrol! Niye gebermedin orada? Niye? Niye?"

diyordu.

Bu esnada Serdarlar eve varmıştı. Aydan Hanım, yolda karnımızı doyurduk demelerine rağmen onları neredeyse zorla sofraya oturttu. Fatma da, Yeşim de ev halkının kendilerine sıcacık davranmasıyla rahatladılar. Sanki 40 yıllık akrabalarıymış gibi samimi ve içten karşılamışlardı. Yolda köfte, ayran yedikleri halde onların şerefine ziyafet gibi donatılmış sofrayı görünce iştahları açıldı, çok yiyemeseler de yaprak sarmalardan  tattılar. Yeşim'in sağ salim bulunuşu şerefine yapılmış çikolatalı pastadan da yediler.

Sofrada herkes en çok bu işi kimin yaptığı hakkında konuştu. Kimsenin aklına bir isim gelmiyordu. Tam bir muammaydı. Yeşim de, Fatma da kapıda silahlı güvenlik, evde pencereler dahil alarm olduğunu duyunca çok rahatladılar. Üstelik dağ gibi üç erkek vardı. Hele Serdar'ın dedesi, Sadullah bey öyle tatlıydı ki,

" Fatma kızım, merak etme. Bu ev kale gibi korunuyor, kimse giremez. Yine de hadi diyelim ki, girdiler, Ben Kore gazisi Sadullah yüzbaşıyım. Onları kıçından vururum!"

diyerek herkesi güldürdü. Sonra da Kore anılarını anlatmaya başladı. Öyle tatlı anlatıyordu ki, daha önce de dinleyen ailesi bile ilk kez duyuyormuş gibi keyifle kulak veriyordu. Sonra aile, Yeşim'in maden işçisi olmaya nasıl karar verdiğini duymak istedi. Özellikle Serdar çok merak ediyordu. Yeşim de dergideki kadın maden işçilerinin onu nasıl etkilediğini ve sonra olanları anlattı. Konuşurken Serdar'la göz göze geldiğinde içinde kelebekler uçuyor, kaburgalarının acısı hafifliyordu. Çocukluk aşkının tam karşısında oturduğuna, onun evinde olduğuna, az sonra aynı evde uyuyacak olduğuna inanamıyor, rüya gibi geliyordu.

Yemek sonrası misafirler ebeveyn banyolu misafir odasına çekildiler. Kendi evlerinde tüp üstünde bakraçta su ısıtıyorlardı, annesinin eski evinde ise çoğu insanın hiç bilmediği, adını duymadığı odun yakılarak ısıtılan bakır banyo kazanı vardı. Fatma, musluğu açıp da, sıcacık su akınca aklına onlar geldi.

"Oy, oy, oy, musluğu açınca ıscacık su akıyo, Allah'ım gözüm yok ama konfor da ne hoş bişi. Kızım sen o mağaralardan çıktın bir güzel banyo yap, sonra da ben yıkanırım. Ondan sonra da uyu, dinlen. Doktor bir şeyin yok dedi ama ne olur, ne olmaz. Yirmi dört saat uykusuz kalmışsın."

dedi. Banyoda hem küvet, hem de duşa kabin vardı.

"Anne, ben küveti dolduracağım. Hiç küvette yıkanmadım."

deyince kadın itiraz etti.

"Olmaz kızım, ayıp olur. Misafiriz burada; kendi evimiz değil. Dünya neyim su israfı. Duşa kabinde yıkan bir güzel."

"Yaaa...anne?"

"Şştt...kızım olmaz diyosam olmaz."

dedi. Yeşim'in gözü bembeyaz küvette kaldı ama buna da şükür diyerek duşa kabine girdi. Tepesinden sıcacık su akarken, mağaradaki buz gibi suda nasıl titrediğini hatırladı. Ya ölseydi? Her şey bir mucize gibiydi. Ana, kız banyodan sonra saçlarını kuruttular. Yeşim'in gözleri kapanıyordu hâlâ çok yorgundu ve çatlak kaburgaları acıyordu. Annesi doktorun verdiği merhemi sürdü. Güzel kız, ağrı kesicisini ve kas gevşeticisini içti ve yatağa yatar yatmaz uyudu. Fatma da temiz giysilerini giyinip, aşağı indi.

"Allah razı olsun Aydan hanım, her şey için çok sağ olun. "

"Ne yaptık ki Fatmacığım, Yeşim nasıl?"

"Banyodan sonra hemen uyudu. Kaburgalarında çatlak varmış, merhem neyim sürdüm, ağrı kesici ilaçlarını da içti. Sağa, sola kıpırdadıkça çok acıyor. Elleri kırılsın, Allah'tan bulsun kızıma bunu reva görenler. "

" Ah, canım, uyusun bir güzel. Sakın sabah da erken kalkmasın. Biz dokuz, on gibi kahvaltı yapıyoruz. İyice dinlensin. Eşim zaten erken çıkıyor iş yerinde kahvaltı ediyor. Yüzünü gören cennetlik. Serdar da zavallı oğlum kendine yeni geliyor..." 

Fatma, 

"Hayırdır?"

deyince Aydan,  düğün günü başlarına gelenleri bir bir anlattı.

"Ya, işte böyle. Çocuk hemen Soma'ya çiftlik evine gitti. Sizin oradaki göl var ya, ona terapi gibi geliyor, orada bir de Nuriye teyzesi var, Serdar'ı torunu gibi sever. Orada köpeğiyle uzun yürüyüşler yaparak, gitar çalarak kendine gelmeye çalıştı. Biz psikoloğa gitmek ister misin dedik ama istemedi."

"Vah, vah, vah Aydan hanımcığım çok üzüldüm inanın. İnsan çocuğunun tahtını yapar bahtını yapamazmış. Ama ben Serdar oğlumu çok iyi gördüm. Neşesi filan yerindeydi, Allah razı olsun kızımı da o bulup hastaneye yetiştirmiş. Hiçbirinizin hakkını ödeyemeyiz."

" Aşk olsun  Fatmacığım kim olsa aynısını yapardı, ben eşimin hayatını senin rahmetli eşine borçluyum. Şükür atlattı çocuk ama Binnur'u hiç affetmeyeceğim. Neyse Fatmacığım işte böyle. Şimdi bizim Şenay hanıma söyleyeyim bir güzel çay içelim ha? "

Fatma ve Aydan, karşılıklı çay içer ve tatlı tatlı sohbet ederlerken, verandadan Serdar'ın gitarının sesi geliyordu. Evin erkekleri hanımlar rahat rahat sohbet etsin diye onları baş başa bırakmışlardı. Yeşim yukarıda deliksiz bir uykuya dalmıştı. Sağa sola kıpırdamamaya çalışıyordu yoksa kaburgaları, bıçakla kesiliyormuş gibi ağrıyor ve uykudan uyanıyordu. Serdar yolda annesini aradığı için, Sarman için bir köşeye kum kutusu koymuşlardı. Kumundan epey uzak bir yerde ise kuru maması ve temiz suyu vardı. Karnını doyurduktan ve  bol bol su içtikten sonra yatağa zıplayıp, Yeşim'in ayağının ucunda uyumaya başladı. Tüm kediler gibi seyahat etmekten, araba motor gürültüsünden ödü kopan, travma yaşayan Sarmancık, seyahatin ve yeni bir yere gelmenin stresini on, on beş gün içinde atlatacaktı.


Güneş, yavaş yavaş yedi tepeli şehrin üstünden uzaklaşırken, apartmanlar, asfalt caddeler aydınlığı gölgelerle değiş tokuş ediyordu. Denizin ufkunda turuncu, sarı, mavi, renkler birbirine karışırken akşam oldu. Birkaç saat sonra ise diziler bitmiş, gece yarısı olmuş; ay tepeye yükselmişti. Zerrin'in anne ve babası yatak odalarına çekilmişti. 

Zerrin ise ikide bir pencereye bakıp, müştemilatın ışıklarının kapanmasını bekliyordu. Nihayet beklediği oldu ve ışıklar söndü. Elleri titreyerek çantasından şırıngayı çıkarttı. Cebine koydu. Ufak çekmeceden yedek anahtarı aldı. Onu da cebine koydu. Parmak uçlarına basarak yavaşça kapıyı açtı ve odasından çıktı. Merdivenlere geldi. İki basamak inip, durup etrafı dinliyor ve arkasına bakıyordu. Duyduğu tek ses kendi nefesiydi. Neredeyse kalbinin atışlarını da duyacaktı.

23. Bölümün sonu

27 Temmuz 2025 Pazar

YEŞİM (ROMAN) 22. Bölüm

Fatma, Yeşim, Serdar, Luke ve Sarman, İstanbul'a doğru yol alırken, hem yıllar sonra mucize gibi karşılaştığı çocukluk aşkının evinde kalacak olmasının verdiği heyecan, hem de güzel manzaraları seyrede seyrede yaptığı bu ani yolculuk, Yeşim'in başına gelen korkunç olayı atlatmasına psikolojik olarak katkıda bulunuyordu. Yırtık, pırtık bir şeyler giydirilmiş korkulukların olduğu tarlalar uçsuz bucaksızdı ve güneşin altında buğdaylar parlıyordu. Beli neredeyse 90 derece bükülmüş patates toplayan, çapa sallayan şalvarlı kadınlar, uzun bacaklarıyla oraya buraya konan leylekler, kırmızı çuvallara konmuş asker gibi sıraya dizili kuru soğanlar, demir konstrüksiyon köprüden geçen yolcu treni, yanlarından gürül gürül, köpürerek akan nehir, meyilli yamaçta neredeyse suyun içine girecek kadar eğilmiş ağaçlar sonra yine tarlalar,  çam ormanları, göğe yükselen dağlar, uçsuz bucaksız ovalar...

"Anne! Ay çiçeklerine bak! Ne güzel!"

"Annen de az çapa sallamadı gençliğinde böyle tarlalarda. Öğlen acıkırdık, ayran, yeşil soğan, peynir, zeytin neyim..."

Serdar, lafa girdi.

"Sahi Fatma teyze, ayran filan deyince ben bayağı acıktım. Bursa'ya geliyoruz. Hep uğradığım bir restoran var orada mola verelim. Harika çöp şiş, ızgara köfte yapıyorlar. Karnımızı doyuralım. Luke ve Sarman'a da mama, su veririz."

"Bizde kedi maması yok ki Serdar oğlum. Biz ne yiyosak Sarman da ondan yiyo."

deyince Serdar üzüldü, mahcup oldu. İçinden bunu düşünemediğine pişman oldu. Pot kırmış gibi çok kötü hissediyordu.

"Ya şey, düşünemedim Fatma teyze kusura bakmayın, köfte veririz biz de."

"Estağfurullah oğlum, aşk olsun ne kusuru? Hem Sarman köfteye bayılır." diye güldü.

Yeşim de

"Ooo! Sarman ve köfte. En sevdiği şey!"

deyince Serdar da rahatladı. Az sonra Bursa'ya vardılar ve Serdar'ın dediği konaklama tesisinde indiler. Yeşim'i tanıyanlar olmasın diye gözlerden uzak bir masaya oturdular. Araba, gözlerinin önündeydi o yüzden Sarman'ı kedi sepetinde sıcaktan etkilenmesin diye rahatlıkla bir camını açık bıraktılar. Luke'u dışarıya bağladılar. Güzelce karınlarını doyurduktan sonra arabaya bindiler. Araç hareket ederken kediciğin yemek yemeyeceğini tahmin ediyorlardı. Stresten Sarman  hiçbir şey yemedi ama kana kana su içti. Tekrar yola koyuldular. Artık çok az yolları kalmıştı. Kerem beyin ve Aydan hanımın da gözü saatteydi. Heyecanla misafirlerini ve oğullarını bekliyorlardı. Çok güzel bir sofra kurmuşlar ve misafir odasını hazırlatmışlardı.

"Aman, yabancılık çekmesinler. Kendilerini sığıntı hissetmesinler."

diye ellerinden geleni yapıyorlardı. Yeşim konusunda da tüm çalışanları uyardılar. Kızın hayatı tehlikeye girebilirdi. Kimse ağzından en ufak laf kaçırmayacaktı. Yeşim'in orada kaldığını kimse duymayacak, bilmeyecekti.

O sırada Zerrin, Çetin'in yanına gitmişti ve kavga ediyorlardı.

"Sen öyle konuşmamıştın ama!"

"O kızın bu kadar şanslı olduğunu bilmiyordum. Ama bulamazlar bizi merak etme. Güvendeyiz. Bak bulsalar çoktan bulurlardı. Ama sen onlardan daha salak çıktın! Kahrolası bahçıvanın dibinde konuşmuşsun! N'olacak şimdi? Ya şu anda karakola gittiyse veya babana söylüyorsa?"

Zerrin, ağlayarak  Çetin'e sarıldı.

"Çetinnnnn! Yalvarırım bir şey yap! Hapislerde yatamam ben!"

"Şştt! Sus!"

diyerek adam sinir krizi geçiren kızı sertçe kendinden uzaklaştırdı. Aniden kıza olan tavırlarının değişmesine şaşmamak gerekiyordu çünkü bu alemde prensibi 

"Önce can sonra canan"dı. 

Kıza karşı ne kadar zaafı olursa olsun, onun yüzünden ipe gitmeyi göze alamazdı. Bu camiada bir yerlere gelmek kolay değildi. Geldiği yerde tutunmak daha da zordu. Poliste, adliyede bol rüşvetle kendine bağladığı adamları vardı. Yine de bir gün yakalanmayacağının garantisi yoktu. Yıllarca öğrendiği en önemli şey bu işlerde kimseye güvenilmeyeceğiydi.

"Kendine gel güzelim! Sana başında demiştim böyle şeyler risklidir diye. Şimdi madem hapse girmek istemiyorsun yaptığın hatayı temizleyeceksin. Bu bahçıvan nasıl biri?"

"Nasıl biri olacak? Kendi halinde, yaşlı, tonton bir adamcağız, üstelik kalbi var."

"Yaşlı ve kalp hastası ha! Harika o zaman güzelim. Tek yapacağın adamcağıza insülin vermek. Kimse cinayet olduğunu anlamaz bile. Ne yapalım onun da vadesi bu kadarmış derler."

"Hayır yapamam, beni çok sever, çocukluğumu bilir. Nasıl yaparım bunu Hidayet amcaya? Hem haberi olmadan nasıl insülin vereceğim ki?"

" Hiç zor değil. Adamcağız horul horul uyurken yapacaksın. Daha önce birini temizlemişsin. Bir kez daha yapman zor olmaz üstelik bu çok kolay olacak. Silah yok işin içinde. Temiz iş. Otopsi bile yapmazlar. Yok yaparlarsa ben hallederim. Sen bahçıvana insülin ver gerisini bana bırak."

Zerrin, o cinayeti Çetin'e anlattığına bin pişman oldu.

"Hayır yapamam! O pisliğin tekiydi. Bana ömür boyu şantaj yapacaktı. Öldürmeseydim babama ve Serdar'a rezil rüsva olacaktım. Serdar da tekrar Binnur'la evlenirdi ama Hidayet amca bizim emektar bahçıvanımız. Çocukken bahçenin en güzel güllerini getirir, 


'Küçük hanım bu gülleri anneniz, bunları da sizin odanız için getirdim.' 

derdi. Nasıl mutlu olurdum. Bunu ona yapamam."

"Bak ama kızıyorum Zerrin. Senin Hidayet amca konuşursa ucu bana da dokunur."

"Sen zaten hep kendini düşünüyorsun! Kahretsin! "

"Eee, ne demişler? Önce can, sonra canan."

diyen Çetin, elindeki elmayı "Hart" diye dişledi ve sırıttı. Zerrin, ağlayıp, burnunu çekip, bağırır, çağırırken o çok sakindi.

"Hem insülini nereden bulacağım? Reçetesiz satılmaz ki..."

"O da kolay. Sana söyleyeceğim hastaneye gideceksin. İkinci kata çıkacaksın. Sümeyye hemşireyi bulacaksın. Paragözün tekidir. Sana vereceğim zarfı ona verip benden selam söyleyeceksin. O sana ne gerekiyorsa temin edecek. Sonra gece olana kadar bekle, bahçıvan madem müştemilatta kalıyor sizde yedek anahtarı vardır. Yoksa da bir şekilde yaptır ama kimse çakmasın. Gece müştemilatın ışıkları sönünce, herkes uyuyunca ses çıkartmadan içeri gir. Adam uyurken koluna, bacağına, neresi kolayına gelirse iğneyi yap ve çık. Merak etme yaşlıların uykusu ağır olur."

"Aman Tanrı'm! Ya uyanırsa? Ya karısı uyanırsa?"

"Uyandırmamaya çalış!"

"Offff! Sen yapsan?"

"Hayır güzelim. Bu işi sen başıma açtın, sen temizleyeceksin. Hadi banyoya git, yüzünü, gözünü yıka. Kendine gel. Sonra doğru hastaneye git. Bu gece bu işi hallet yoksa bahçıvan her an polise gidebilir."

Zerrin içinden  "Allah, beni kahretsin! Keşke o kaset işini yapmasaydım, o mikrobu öldürmek zorunda kalmazdım. Allah beni kahretsin! Kahretsin!" diyor, dudağını kemiriyor, ne yapacağını bilemiyordu. Kolejde okurken Amerikalılara özenip basket maçlarında ponpon kızlık yapacak kadar sevimli, bayan "kahkaha" olacak kadar şen, şakrak bu kızın daha şimdiden bir cinayet işlediğini, ikinciye kiralık katil tutarak teşebbüs ettiğini öğrenci arkadaşları duysalar inanmazlardı. 

22. Bölümün sonu

19 Temmuz 2025 Cumartesi

YEŞİM (ROMAN) 21. Bölüm

Yeşim, yanaklarını şişire şişire, pişiyi yerken, Serdar, koridora çıkıp babasıyla konuşup, kızın başına gelenleri aktarınca, Kerem bey anında duruma el koydu. Eşine de sordu ve kadıncağız da iyi düşünmüşsün deyince, oğullarına planını anlattı. Yeşim'in ölmediğini televizyondan öğrenen düşmanları, yarım kalan işlerini bitirmeyi deneyebilirlerdi. Sonuçta niye kaçırıldığı bilinmiyordu. Belki takıntılı, platonik, sapık biri kaçırttı. Şimdi yine kaçırır ya da öldürebilirdi. Polis, kızcağızın hayatına kastedenleri yakalayıp hapse tıkana; tehlike tamamen ortadan kalkana kadar Yeşim'i ve annesini kendi evlerinde misafir etmeye karar vermişlerdi. 

Kerem Bey, Serdar'a planını anlattıktan sonra hemen, Yeşim'in öz babası, çok sevdiği eski ortağı ve dostu Metin'e de planını anlattı. Adamın sevinci görülmeye değerdi. Aralarında şu minvalde konuşmalar geçti:

"Allah razı olsun Keremciğim, sana anlattığım üzere kızım da, annesi de haklı olarak yardımımı kabul etmezler. Yüzümü bile görmek istemiyorlar ki, haklılar. Sizin yanınızda güvende olur. Benim de içim rahat olur. Yalnız kimse duymasın, televizyoncular, basın filan duymasın, hizmetlilere filan tembihleyin. Yerini kimse bilmesin kızımın. Ben, evdekilere bile söylemeyeceğim zaten karım kıyameti koparır. Çocukları da aleyhime doldurdu yıllardır. "

"Tabii ki...tabii ki....sen merak etme kardeşim, şimdiden tüm çalışanları tembihleyeceğim Bizim evin akıllı güvenlik sistemi var, her yer kameralı, alarm var, kapıda silahlı güvenlik var, ben varım, Serdar var, hatta babam bile 70'inde ama attığını vurur. Biliyorsun Kore gazisidir. Gözün arkada kalmasın. Sahi senin dedektif - ismini söylemiştin unuttum -  bir şey buldu mu? Hmmm?.....anladım. Tamam kardeşim telefonlaşırız yine...hoşça kal. Sen de sağol. "

Dedektif Feridun, harıl harıl dövmecileri dolaşıyor, bir ipucu yakalamaya çalışıyordu. Beyaz araç da bulunmuş ama çalıntı çıkmıştı. Serdar'ın babası ve annesi ise Fatma'yı onlarda kalmayı kabul etmesi için ikna etmeye uğraştılar. Ana, kız bu planı duyunca başta haliyle biraz tedirgin oldular. Hiç tanımadıkları, zengin bir ailenin yanında kalmak fikrine alışmaları kolay değildi. Ama Serdar'ın annesi Aydan, telefonda bile o kadar samimi, sıcacık konuşup, öyle içten davet etti ki, sonunda biraz sıkılarak da olsa teklifi kabul ettiler. Röntgenler, MR'lar, test sonuçları da iyi çıkınca, doktorlar kızı taburcu etti. Kapıda bekleşen televizyoncuları atlatmak için gizlice arka kapıdan Serdar'ın siyah jipine binip gittiler.

Önce evlerine uğradılar ve birkaç parça giysiyle iki küçük valiz yaptılar. Sarman, Yeşim'in ayaklarına dolanıyordu. Kız, çekinerek Serdar'a

"Şey, yalnız bizim kedimiz var, Sarman. O ne olacak? Annenler istemez değil mi?"

diye sorunca Serdar gülümsedi ve yanağındaki gamzeleri ortaya çıktı.

"Şaka mı yapıyorsun Yeşim? Evde kedi, köpek sevmeyen tek kişi yok. Kedini burada bırakacak değiliz herhalde. Kocaman bahçemiz var, araba çarpmış, felç olmuş veya sokaklarda doğum yapmış kediler bulur hep bizim eve getirirdim hatta dedem 'Oldu olacak bu eve Kore Gazisi Sadullah Emin'in Hayvan Barınağı adını takalım diye şaka yapardı. Benim köpeğim de kedilerle büyüdü çok sever kedileri ama kediler için aynı şeyi söyleyemeyceğim zavallı Luke hep dayak yer kedilerden. Özellikle yavruları doğunca, tıslayıp korkutur, kovalarlardı."

deyince, kız çok rahatladı. Sarman'ı kedi sepetine koydular ve önce çiftliğe uğradılar. Serdar, gitarını, laptopunu, Luke'u ve valizini aldı.  Gitarı ve Luke'u görünce, Yeşim, delikanlıyla daha önce o yağmurlu günde ve göl kıyısında resim yaparken olmak üzere iki kez karşılaştığını hatırladı. O zaman onun Serdar olduğu hiç aklına gelmemişti.  Hayat ne garip tesadüflerle doluydu.  Çocukluk aşkıyla yıllardan sonra iki kez karşılaşmış ama birbirlerini tanımamışlardı.  Şimdi ise onun evine gidiyordu.  Kalbi heyecanla atıyordu. İlkokuldayken göle attığı sıska, çelimsiz çocuk, şimdi yanağında gamzeleri ve insanın içini ısıtan ela gözleriyle çok etkileyici bir genç olmuştu. Nuriye ve kocasıyla vedalaştılar. Nuriye hanım, methini duyduğu Yeşim'i ve Fatma'yı arabada da olsa gördü,  ikisini de gözü tutmuştu. Hatta 

"Ayol, bu kız ne güzelmiş, anası da çok şeker bir kadıncağız, ay inşallah Serdarım o yılan Binnur'u tamamen unutur da, bu güzel gözlü kıza vurulur. Sen rast getir Yarabbim. O sosyetik, boya küpü tiplerden bizim Serdarımıza karı marı olmaz. Onlar o bir metre ojeli tırnaglarıyla yaprak sarma neyim saramazlar."

deyince eşi de hak verdi. Torunları gibi sevdikleri delikanlının artık mutlu olduğunu görmek istiyorlardı. Serdar ve misafirleri çiftliğin emektarları karı kocaya el sallayıp, İstanbul'a doğru yola çıkarken, Nuriye elindeki bir sürahi suyu cipin arkasından boca ederken

"Su gibi gidin, su gibi gelin!..."

diye seslendi. 

Fatma ve Yeşim, ilk kez İstanbul'u görecekleri için çok heyecanlıydılar. Yeşim, Luke'un kedi sepetindeki Sarman'ı korkutacağını düşünmüştü ama İstanbul'daki evde bebekliğinden beri kedilerle büyüyen Luke, hiç ses etmedi. Uslu uslu durdu. Sarman ise korkudan kâh tısladı, kâh miyavladı, çok mutsuz olmuştu. Kız, mümkün olduğunca konuşarak onu teselli etmeye çalıştı.

Serdar

"Merak etmeyin, eve gidelim, on güne kalmaz alışır. Yavru olunca daha çabuk alışıyorlar."

"Ay, inşallah Serdar oğlum. Miyav, miyav, miyav! Kız Sarman sus accık! Oy, içim daraldı. Ne zormuş kediyle seyahat! Bak Luke ne uslu duruyor. Sahi Serdar oğlum, hep soracağım unutuyom, Luke ne demek?"

"Çok sevdiğim bir film kahramanı Fatma teyze."

"Haaa....benim aklım ermez hiç sinemaya gitmedim ki hayatımda...."

"Sinemalara gelirse hep birlikte gideriz o zaman."

Yeşim

"Hangi film?"

diye sorunca Serdar

"Yıldız Savaşları." 

dedi gözünü yoldan ayırmadan.

"A! O mu? Ününü çok duymuştum ama gitmek kısmet olmamıştı. Anne, gideriz değil mi?"

"Siz ikiniz gidersiniz kızım, siz gençsiniz, benim neyime Yıldız Savaşları, Mıldız Savaşları. Ben televizyonda eski Türk filmlerini seviyorum, böyle Ediz Hun, Filiz Akın, Türkan Şoray. Cüneyt Arkın..." 

deyince Serdar o kadar güzel

"N'ayır n'olamaz!"

dedi ki,  üçü de güldüler. 

Yeşim'in başına gelenler, kaçırılması, aranması, bulunması, Serdar'ın  nikâh töreninde olan şoke edici olayı unutmasına neden olmuştu. Bu kötü olayın tek iyi yanı da buydu. 

21. Bölümün Sonu


3 Temmuz 2025 Perşembe

YEŞİM (ROMAN) - 20. Bölüm


Aynı saatlerde, İstanbul'daki Haznedaroğlu malikânesinde, Zerrin, annesi ve kardeşiyle kahvaltı yapıyordu. Babası çoktan işe gitmişti. Salonun duvarındaki büyük tv ekranında doktorlu programlardan biri vardı, romatizma üzerine konuşuyorlardı ki, stüdyodaki sunucunun kulaklığına bir haber geldi ve kadın,

"Doktor bey, özür dilerim....ee, bir dakikalığına sözünüzü keseceğim, eee...şimdi çok güzel bir haber aldık sevgili izleyiciler, Soma'daki kayıp madenci kız Yeşim Özbey sağ salim bulunmuş. Hepimizin ve ailesinin gözü aydın. Evet...güzel haberi de izleyicilerimize verdik, şimdi doktor bey yeniden konumuza dönebiliriz. Fazla kilonun romatizmaya etkisi diyordunuz...."

deyince, Zerrin, şoke oldu, 


elindeki portakal suyu dolu kadehi düşürdü. Bardak tuz buz oldu.

Babası, bu tuhaf tepkiyi göremediği için şüphelenmedi. Sevmeden evlendiği ve hep dırdır eden karısının yüzünü görmemek için her sabah erkenden iş yerine gidip orada kahvaltı ediyordu. Annesi şaşırdı.

"A! Nazar! Nazar! Nazar çıktı. Sümbül hanım!"

"Buyurun?"

"Kızım hemen topla cam kırıklarını birine batmasın...."

"Tamam...." diyen kadın bir koşu gidip, fırça ve faraşla geldi. Zerrin dudağını ısırıyor, ağzını eğip büzüyordu.

"Kızım, tamam, üzülme aaa, yüzün bembeyaz olmuş; alt tarafı bir bardak. Nazar bu nazar. Cana gelmesin, mala gelsin. "

Kardeşi Aslan da haberi duymuştu. Yüzü sarardı. Bu işin sonunda ablasıyla birlikte hapsi boylarlarsa diye ödü kopuyordu. Ama annesi, televizyondaki romatizma programına baktığından iki çocuğun tuhaf tepkisini farkedemedi. Sümbül, kırıkları götürürken seslendi:

"Sümbülcüğüm, bir bardak portakal suyu daha getir canım."

"Hemen....."

"Ya istemiyorum anne, gerek yok."

" Kızım! Aa! Üniversiteye hazırlanıyorsun. C vitamini bana değil asıl sana lâzım. Getir sen Sümbül, ona bakma. Üniversiteyi bir kazan valla bu stres, gerginlik beni bile yordu bir güzel tatile çıkalım. Bodrum olur hatta İtalya filan olur yoksa Miami'ye mi gitsek? Ne dersiniz çocuklar? Valla ne güzel olur değil mi? Hıı? "

xxx

Serdar, arabada sıcaktan bayılmasın ve karnını doyursun, dinlensin diye Luke'u çiftliğe bırakmaya gittiğinde, Yeşim, gözlerini açtı. Yanındaki küçük sandalyede annesi oturuyordu. Şükür üstüne şükrederken, kızına oraya nasıl geldiğini sordu. Yeşim'in en son hatırladığı can havliyle kazma salladığıydı. Sonrasını anımsamıyordu. Annesi gülümsedi,

" Seni Serdar bulmuş güzel kızım. Hemen ambulans çağırmış. Allah razı olsun."

"Serdar derken?"

" Kızım, hani madenin eski ortağı Kerem beyin oğlu var ya? Sadullah beyin torunu. Kız, hani sen çocukken göle attıydın ya, o Serdar işte!"

Yeşim'in yeşil gözleri şaşkınlıkla açıldı. Bir daha hiç karşılaşacağını sanmadığı çocukluk aşkı Serdar ha? Bazen onunla tekrar karşılaşmayı hayal etmişti ama bu şekilde olacağı hiç aklına gelmemişti. Sıçan gibi sırılsıklam! Üstünde madenci tulumu! Aman Tanrı'm! diyordu içinden. 

xxx

O sırada Sümbül, portakal suyunu getirip tekrar çıktı. Kız, annesinin tatil planlarına tek söz etmeyip,  ikinci kez portakal suyu getiren Sümbül'e bir teşekkür bile etmeyince, onun yerine annesi teşekkür etti. Zerrin'in aklı Yeşim'in bulunmasındaydı, portakal suyu filan düşünecek durumda değildi. İçinden

"Allah kahretsin Çetin! Allah kahretsin seni! Hani kızı yolumdan çekmiştin? İnşallah ucu bana dokunmaz. Allah kahretsin! Allah kahretsin! Şimdi ne yapacağım?"

diyordu. Masada daha fazla oturamayacak kadar gergindi. Portakal suyunu alıp ayağa kalktı.

"Anne, bahçede içeceğim. Biraz hava alayım."

"Tamam kızım, tamam. Derslerden bunaldı ablan galiba. Yoksa Miami lafını duyunca zil takıp oynaması lazımdı. Oğlum sen niye yemiyorsun? Bitirsene omletini. Bak Sümbül hanım sen zeytinli seviyorsun diye zeytinli yaptı."

Aslan'ın da tüm iştahı kaçmıştı. Gerim gerim geriliyordu. Annesine bir şey belli etmemek için dikkatini omlete vermeye çalıştı. Zerrin, bahçeye çıktı. Portakal suyunu hırsından çimlere boca edip, kadehi verandadaki hasır oturma grubunun ortasındaki sehpanın üstüne bıraktı. Evden iyice uzaklaştı. Kırmızı, pembe, beyaz, sarı güllerin özenle yetiştirildiği yere geldi, bahçenin bu kısmı diğer tarafından yemyeşil çim çitle ayrılıyordu.

Zerrin'in bir metre yükseklikteki çim çitin arkasında emektar bahçıvanın, başında hasır şapka, elinde kocaman çim kesme makası ve meşin eldivenlerle yere çömelmiş, çimlerin düzgün olmayan kısımları budadığından haberi yoktu. Cep telefonunu alıp, Çetin'i aradı. Sinirden ağzını, yüzünü büzüyordu. Çetin, "Güzelim?" der demez

"Bana güzelim deme! Hani Yeşim denen o kız ölecekti? Hani ayağımın altından çekecektin?"

diye bağırmıştı ki, "Kırt" diye makasın sesini duydu. Telefon elinde

"Kim var orada?"

diye seslenince, beyaz bıyıklı, yuvarlak, numaralı gözlüklü, yaşlı bahçıvan ayağa kalktı. Çok şaşırmış olduğu belliydi.

"Şeyy, benim, çim çiti buduyordum küçük hanım..."

derken sesi tedirgin ve rahatsızdı. Her şeyi duyduğu korkuyla bakan gözlerinden belliydi.

"Hidayet amca!"

Kız, çocukluğundan beri ona "amca" diye seslenirdi. Dürüst, namuslu biriydi. Eşiyle müştemilatta oturuyorlardı. Çocuklarını evlendirmiş, torun seviyorlardı. Zerrin, kekeledi:

"Pardon Hidayet amca, şey, a- arkadaşımla aramızda şakalaşıyorduk....espri yani...ya- yanlış anlamadın ya Hidayet amca?"

" Bir şey duymadım zaten kızım. "

İhtiyar, öyle dedi ama yüzü aksini söylüyordu. Zerrin, "Neyse ben gideyim, kolay gelsin." diyerek dönerken, bahçıvan da "Sağol kızım." dedi ve işine devam etti. Alnındaki boncuk boncuk su damlaları güneş altında çalışmaktan çok duyduklarının yüzündendi.

xxx

Serdar, Luke'u çiftliğe bırakıp, bir duş alıp, üstünü değiştirip, Nuriye'nin kızarttığı pişileri de saklama kabına koyup, tekrar hastaneye geldiğinde, girişin önünde televizyoncular, canlı yayın arabaları vardı. Güvenlik onları içeri sokmuyordu. Delikanlı, kızın yanına geldiğinde, Yeşim, uyanmış, polise olanları anlatmıştı. Yatağında dinleniyor ve test sonuçlarını bekliyorlardı. Annesinin yüzü, kızını hastaneye yetiştiren Serdar'ı görünce aydınlandı.  

"Hoş geldin Serdar oğlum."

"Hoş buldum" diyen Serdar, kendine gelmiş olan Yeşim'e döndü ve "Geçmiş olsun." dedi.

Yeşim'in yanakları pembeleşti.

"Çok teşekkür ediyorum. Beni siz bulmuşsunuz."

"Ooo? Sizli bizli olmayalım bence. Biz çok eski arkadaşız. Unuttun mu?"

diye muzip muzip göz kırptı. Yeşim, delikanlının kendisini buz gibi suya attığını unutmadığını anladı; gözlerini mahcup mahcup indirdi.

"Şeyy.....size....

Serdar bir kaşını kaldırıncı düzeltti:

"Sana epey gecikmiş bir özür borçluyum."

Serdar muzip bir tavırla kollarını kavuşturup, yalancıktan titredi.

"Brrrrr! Bayağı üşümüştüm hani."

diyerek gülünce, kız da rahatladı. Annesi lafa girdi:

"Valla ilkokuldayken çok yaramazdı kızım, sana bir şey olacak diye çok korktuyduk rahmetli babasıyla. "

Serdar güldü,

"Ama olmadı. Sahi aşağıda televizyoncular seni bekliyor. Başına neler geldiğini merak ediyorlar, doğrusu ben de çok merak ediyorum."

Yeşim, olanları kısaca tekrar anlattı. Zaten anlatacak uzun bir şey de yoktu.

"Senin oradan elinde kazmayla çıkışın ömür boyu gözümün önünden gitmeyecek! Valla Helal olsun! Ben deprem oluyor filan sandım. "

"Çıkana kadar kazma salladığımı hatırlıyorum ama sonrasını anımsamıyorum."

Fatma

"Elleri kırılsın! Sürüm sürüm sürünsünler! Ne istediler kızımdan? Kimsenin tavuğuna kışt demedik. Kendi halimizde insanlarız biz Serdar oğlum...kim ne ister ki, benim kızımdan? "

"Çok tuhaf gerçekten de Fatma teyze. Şey ben koridora çıkıp babamları arayayım, haber bekliyorlardı. Kantinden bir şey ister misin Yeşim? Meyve suyu, kuru pasta?"

"Sağol, bu sıcak pişiler harika."

"Afiyet olsun, bizim Nuriye teyzenin pişileri meşhurdur.". 


20. Bölümün sonu




25 Haziran 2025 Çarşamba

YEŞİM (ROMAN) - 19. BÖLÜM

Gece olmuş; Soma'nın üzerine karanlık çökmüştü. Ormanın içinde hareket eden elli kadar ışık vardı. Yakından bakınca bunların ellerinde fener, ışıldak, başlarında baret arama, kurtarma çalışmalarına devam eden insanlar olduğu görülüyordu. Serdar'ın babasının eli telefondaydı, sık sık hayırlı bir haber almak umuduyla oğlunu arıyordu. Oğlu,
"Henüz bulamadık baba. Arıyoruz....bulunca haber veririm hemen, efendim? Yok, yok beni merak etmeyin, soğuk ama montum var."

diye cevaplarken, yaz olmasına rağmen orman serin olduğundan, ağzından buharlar çıkıyor ve saatlerce yürümekten göğsü inip kalkıyordu. Telefonu arka cebine koydu ve ellerini birbirine sürterek ve ağzıyla hohlayarak ısıtmaya çalıştı. Sonra tekrar yola koyuldu. Fatma, tabii ki uyuyamamış; sedirde oturmuş, elinde anneannesinin kehribar tespihi, dua okuyor, Sarman, yanında kıvrılmış uyuyordu. Kızı bulunana dek gözünü kırpmayacaktı.

O sırada Yeşim, cebinde eldivenleri olduğuna şükretti. Yoksa emekleyerek, sürünerek bunca yolu katederken, lime lime soyulup, enfeksiyon kapması işten bile değildi. Oksijen azlığından ve susuzluktan neredeyse bayılacaktı. Derken, kulağına


şıp, şıp, şıp...


bir su sesi geldi. Dar yol bitmişti, aşağısı uçurumdu, lambanın ışığını tutunca, aşağıda babasının bahsettiği devasa yeraltı mağarasıyla karşılaşıp sevindi. Bu mağaranın mutlaka bir çıkışı, bir ağzı da olmalıydı. Babası öyle demişti.



Feneri yukarı, aşağı, sağa, sola tuttu, yüzlerce sarkıt, dikit vardı. Sonunda su içebilecek, suyun derinliğinin ne kadar olduğunu bilmiyordu. Yüzme bildiğine sevindi. Babası çocukken hem ona, hem Yusuf'a gölde yüzmeyi öğretmişti. Derinse, bu soğukta suya girerse hipotermiden ölüp ölmeyeceğini düşündü.

"Kaderimde varsa burada ölürüm Allah'ım yardım et!" dedi.

Sızlayan kaburgalarıyla ne olursa olsun diyerek kendi aşağı bıraktı, su şimdilik çok derin değildi, pantolonu dizlerine kadar ıslanmıştı. Buz gibi sudan kana kana içti. Dikkatle suyun içinde ilerlemeye başladı. Hışırtılı kanat sesleri duydu, yarasalar olmalıydı. Çok üşüyordu, tir tir titriyordu. Ama pes etmeyecekti. Lambasının ışığı ve suyun aksi mağaranın duvarlarında ışık oyunları yapıyordu. Bir ara korktuğu bir hayvanın duvarda kıvrıla kıvrıla gittiğini görerek ürperdi, su içmeye gelmiş zararsız bir kara yılandı. Yine de çığlığı mağarada üstü üste üç dört kez yankı yaptı:

" Allah'ım! N'olur çıkayım buradan! Yardım et bana. N'olur, yardım et!"

derken birden sesi kesildi, derinlik aniden boğazına kadar yükselmişti. Elinde kazmayla yüzmeye başladı çok zor oluyordu ama yapmak zorundaydı. Kazmayı bırakamazdı. Neyse ki, az sonra tekrar su diz hizasına geldi. Sırılsıklam olmuştu. Tirtir titreyerek ilerlemeye devam etti. Nihayet su azalarak bitti. En azından tavan kocamandı, emeklemekten kurtulmuştu. Çömeldi ve dinlenmeye karar verdi. Saatten haberi yoktu. Soğukta uyursa ölür müydü acaba dedikleri gibi? Çok uykusu gelmişti. Uyuyacak ve her şey bitecek, ölecek miydi? Uyumamalıydı. Bu mağara acaba nereye açılıyordu? Gidecekti. İlerleyecekti. Ne kadar yürüdü bilmiyordu.

Sabah olmuştu ama Yeşim farkında değildi. Sonra Vraaak! Vraaak! Tiyuuut! Tiyuutt! Çiyuv! Çiyuv! sesler duydu. Bu sesleri çok iyi tanıyordu, Acıgöl'ün su kuşlarıydı bunlar. Babası öğretmişti: Karabatak! Sümsük, Çamurcun, Sakarca....Göle çok yakın olmalıydı. Kulağını mağaranın duvarına dayadı sesler çok yakından geliyordu. Mağara belki de gölle yer altında kavuşuyordu. Önündeki duvar kalkerliydi. Yumuşacık kalker. Kazması en kolay toprak! Kazmayı vurdu.

"Vur Yeşim! Vur!"

diyordu içinden,

"Hayatın için vur! Seni buraya atan adamın kafasına vuruyormuş gibi vur! Buradan çıkana kadar vur! Burada ölmeyeceksin! Çıkacaksın!"

Her vuruşta taşlar parçalanarak düşüyordu, biraz daha, biraz daha! Bir yarık açıldı ve ışık içeriye sızınca içinden şükürler etti. Mağaranın çıkışını bulmuştu. Hayatında hiçbir şeye bu kadar çok sevindiğini hatırlamıyordu.

Yeşim, can havliyle kazmayı vurmaya devam ederken, Serdar, sabaha karşı evine gelmiş, banyo yapmış, bir şeyler yemiş, Luke'un karnını doyurmuştu. Telefonunu da şarj ettikten sonra Luke'u alıp tekrar yola çıktı. Gölün yakınındaki toprak yolda ilerliyordu ki, Luke havlamaya başladı. Delikanlı, ne oluyor bu ses ne? diye düşünmeye başladı. Ses tekrarladı:

"Güm, güm, güm!"

bir sesler geliyordu tepeden.




Sese kulak kabarttı: Güm, güm, güm...


Her gün bir yerden deprem haberleri geliyordu. Serdar kendi kendine

"Eyvahlar olsun? Deprem mi oluyor yoksa?"

dedi. Luke, tepenin dibindeki noktaya gözlerini dikmiş, kulaklarını arkaya yatırmış havlamaya devam ediyordu. Derken, sesler arttı, irili ufaklı taşlar dökülürken, topraklar yarıldı ve bir kazmanın ucu gözüktü.


Ardından, çizmeli bir ayak açılan oyuktan dışarı adım attı, sonra başındaki baret neredeyse düşecek kadar eğilmiş, saçları ve giysileri ıslak bir kız kolunu yüzüne siper ederek kendisini aralıktan dışarı attı. Toz, topraklar genzine, ağzına, burnuna kaçtığı için öksürüyordu, gözleri saatlerce karanlıktan sonra ışıktan kamaştı, karşısında sürekli havlayan bir köpeği ve hayal meyal ona bakan bir adam gördüğü an her yer karardı ve Yeşim, boş çuval gibi yere düştü.



Serdar'ın ağzı açık kalmış, göz bebekleri büyümüştü.

"Aman Allah'ım! Bu o! "

diyerek kızın yanına koştu. Montunu çıkartıp üzerine örttü. Sonra hemen 112'yi, arama kurtarma ekip şefini, kızın annesi Fatma'yı ve en son evi aradı. Anne ve babasına da güzel haberi verdi. Yeşim'i o bulmamış, kız, kendisini kurtarmıştı. Aynen böyle söyledi. Kerem;

"Helal olsun! Çok şükür Yarabbim. Maşallah ne güçlü kızmış. Ne yaptı, etti kurtardı kendini. Sen de tam zamanında oradaymışsın oğlum. Bu da Allah'ın işi. Yoksa kızcağız saatlerce baygın ambulansı bekleyecekti."




Ambulans geldi ve kızın üzerine hipotermi olmaması için özel bir battaniye örttüler ve oksijen maskesi taktılar. Hayattaydı, nabız alıyorlardı. Sirenler çala çala son hızla hastaneye yetiştirdiler. Az sonra sevinçten pembe yanakları al al yanan Fatma, hastanede kızının yanındaydı, kurtulduğu için şükrediyor, Serdar'a teşekkür üstüne teşekkür ediyordu. Televizyon ekibi de hastanenin önündeydi. Yeşim'in koluna serum takılıydı. Yüzündeki yara, berelere, çiziklere batikon sürülmüştü. Düşerken alnını çarptığı yerde ceviz gibi bir şişlik vardı. Çok bitkin düştüğünden hâlâ uyuyordu. Kaburgalarında da çatlaklar vardı.


19. Bölümün sonu

Yazan ve çizen: Müjde Dural
Not: Bu hikayedeki isim, kurum ve kişilerin gerçek kişilerle, kurumlarla ilgisi yoktur, kurgudur. İsim benzerliğidir.


16 Haziran 2025 Pazartesi

YEŞİM (ROMAN) 18. Bölüm

Serdar arabasına binip gittikten bir, iki dakika sonra, hızlı takipler esnasında başka araçlara veya oraya buraya toslamaktan ya da bir suçluyu durdurmak için bilerek onun arabasına çarpmaktan, orası, burası kahverengi boyalarla yamanmış; gören sürücülerin 

"Amanın! Çok kötü şoför herhalde! Bana da çarpmasın." 

diye korkup, uzak durduğu bir araba kapıda durdu. Bu, Yeşim'in biyolojik babasının tuttuğu özel dedektiften başkası değildi.

Uzun boylu, numaralı gözlüklü, kırlaşmış saçlı ve top sakallı, sigarayı bırakamayınca, daha az zararlı diye duyduğundan ağzından eksik etmediği ve bu yüzden kendisine dedektiften çok, DGSA'lı heykeltraş ya da ressam havası veren piposuyla, Feridun Tunaoğlu, arabadan inmeden önce saygısızlık olmasın diye piposunu arabada bıraktı. 10 yıldır pipo tiryakisiydi ve evinde gözü gibi baktığı, kimisini arkadaşlarının, kimisini çözdüğü işlerden memnun kalan insanların hediye ettiği bir de pipo koleksiyonu vardı. Beyaz lüle taşından yapılmış, usta işi, oymalı pipolar favorisiydi.

Metin, Fatma yine kendisine kızar ve kovar diye gelmemiş ama telefon edip kızı için tuttuğu özel dedektiften haber vermişti. Biricik evladının bulunmasının hatırına Fatma, dedektif fikrine bir şey demedi ve kendisini tanıtan adamın tüm sorularını elinden geldiğince cevapladı, arabanın biçimini, rengini tarif etti, plakasını tabii ki almamıştı. Feridun, dört dörtlük bir özel dedektifti. Hiçbir şey gözünden kaçmaz, her şeyi en ince ayrıntısına kadar araştırırdı ve o yüzden de aldığı vakalardan yüzünün akıyla çıkardı.

"Adamı gözünüz tutmadı diyorsunuz ya Fatma hanım. Belli bir sebebi var mı? Ne bileyim yüzündeki bir şey, bakışlarındaki bir tuhaflık? Şaşılık? Başka bir yüz kusuru? Bir yara izi? Ağzında sigara var mıydı mesela? Elleri? Böyle Mafia tiplerin yüzünde yara izi olur, kiminin bir parmağı yoktur filan... En minik şey bile yardımcı olabilir kızınızı daha çabuk bulmama.."

"Hiç gözüm tutmadı çünkü ürperdiydim; kolunda yılan dövmesi vardı...böyle yeşil yeşil..görünce tüylerim diken diken olduydu, başında kasket vardı, üzerinde tv yazıyordu...kısık gözlüydü..."

"Yılan dövmesi! Bu önemli bir ipucu...sol kolu mu, sağ kolunda mıydı? Size telefonumdan yılan dövmesi fotoğrafları göndereyim, hangisine benziyordu hatırlayabilirseniz çok faydası olur."

Bir dakika ah! İnternet bağlantısı yok diyor..

" Sol kolundaydı da, benim telefonumda interinet neyim yok...."

"Hiç problem değil, siz bekleyin, ben internet olan bir yerde fotoğrafların çıktısını alır tekrar gelir size gösteririm. Rahat rahat incelersiniz. Yalnız bunu gazetecilere, komşulara, akrabalara bile söylemeyin. Televizyona çıkmaya hevesli biri ağzını tutamaz. Kızınızı kaçıranlar da televizyonu izliyor olabilir, hemen gidip dövmesini sildirebilir."

"Anladım, tamam söylemem...Allah razı olsun. Sağolun."

Feridun, kadıncağızın numarasını kaydetti ve kendi numarasını da verdi. Dönene kadar aklına bir şey gelirse aramasını söyledi ve gitti. Dedektif gittikten sonra Yeşim'in dershaneden arkadaşı Elif geldi. Komşular da kadıncağıza yemek getirmişlerdi. Fatma, Yeşim'in kedisine sarıldı, öptü. Sanki kızının kokusu kediciğe sinmişti.

"Sarmanımm, annen ner'de bebeğim? Kedilerin üçüncü gözü olurmuş, bizim görmediğimiz şeyleri görürmüş, biliyor musun Sarmanım? Ner'de yeşil gözlü Yeşim'im? Kızımmmm...kızımmm....kızımmm...."

"Sabır komşum....Allah büyüktür, bulunur inşallah..."

Elif;

"Ah, Fatma teyze suçluluk duyuyorum ona o dergiyi ben getirmiştim. Çok hoşuna gitmişti ama inanın madende çalışmaya başlayacağı ve sonra başına böyle şeyler geleceğini bilsem dünyada getirmezdim..."

"Ner'den bileceksin kızım? Ah! Ben de hiç istemediydim ama dinlemedi, çok inatçıdır...tıpkı rahmetli babasına çekmiş dediğini yapar....kızımmmmm....kızımmmm...."

Elif,

"Sahi Fatma teyze, annem gönderdi bunu, yüz kere okursanız mutlaka istediğiniz şey olurmuş."

diyerek minik bir dua kitabı verdi kadıncağıza. Komşuları kadıncağıza limonlu su getirip, kolonya döküp ferahlamasını sağlamaya çalışırlarken, Feridun'un zihni arabayla giderken de boş durmuyordu.

" Maden ocağı sahibi çok zengin bir aile. Aniden gayri meşru bir kız kardeş ortaya çıkıyor ve ailenin mirasına ortak oluyor! Birkaç gün sonra ortadan kayboluyor. Bu durumda bu işten en çok mirası paylaşmak istemeyenler faydalanır. Acaba adamın çocuklarının ya da eşinin bir ilgisi var mı?"

diye düşünüyordu. Yıllardır benzer vakalar çözmüştü. Annesini, babasını miras için öldüren hayırsız evlatlar, kuzenler hatta torunlar bile görmüştü. Somut ve güçlü kanıtlar bulana kadar bu şüphesini şimdilik kendine saklamak zorundaydı. Kızın, tv kamerasına kadar ayarlayıp, televizyoncu kılığına giren adamlar tutacak kadar saplantılı bir aşığı var mıydı? Her şeyi araştıracaktı.

Dedektif bunları düşünürken, Serdar ve diğerleri kızı aramaya devam ediyordu. Güneş batıp, akşam olmak üzereydi.

"YEŞİMMMMM......"

"YEŞİMMMMM....."

"YEŞİMMMMM...."

diye bağırıyorlardı. Onlar Yeşim'i ararken, güneş, çıplak gözle bakıldığında insanı kör edecek bir beyazlıktan, kademe kademe koyulaşıp koyu sarıdan, turuncuya dönüştü, sarı uzun bir ışık, turunculuğun üstündeydi, onun tepesinde eflatun, pembe, gri bulutlar ve yer yer açıklıklardan mavi gökyüzü görünüyordu. "tiyut tiyut " veya "vırrak vırrak" diye bağıran, çağıran Karabatak ve diğer su kuşları, dalgalanan göl suyuna hızla konup, aynı hızla kalkıyor, suyun yüzeyinde gümüş - pembe yanardöner pırıltılar oluşturuyorlardı. Yavaş yavaş tüm renkler ve ışıltılar karardı, suya yansıyan ağaçlar koyu yeşilden siyaha döndü ve güneş battığında Yeşim hâlâ düştüğü yerden bir çıkış yolu arıyordu.

11 Haziran 2025 Çarşamba

YEŞİM (ROMAN) 17. Bölüm


"Yeşim mi?"

Delikanlı, aradan yıllar geçmiş olsa da, ilkokuldayken kendisini buz gibi göle atan kocaman yeşil gözlü ve yaramaz kızı unutmamıştı.

Serdar, Luke'u da aldı. Vakit kaybetmeden sorup soruşturup Fatma'nın evine gitti. İçeride komşular, akrabalar vardı. Kendini kısaca tanıttı ve babasıyla konuşması için telefonunu Fatma'ya verdi. Kerem Bey, bypass ameliyatı geçirdiği için maden kazasını ona duyurmadıklarını ve başlarına gelenleri daha yeni öğrendiğini söyleyip özür ve başsağlığı diledi, daha önceden haber alsaydı Yeşim'in madende filan çalışmasına asla müsaade etmeyeceğini de ekledi. Elinden ne gelirse yapacaklarını, yalnız olmadığını, ailesiyle birlikte arkasında olduğunu belirtti. O kadar içten konuşuyordu ki, kadıncağız çok duygulandı ve

" Allah razı olsun Kerem Bey. Rahmetli eşim sizi de, babanızı da çok severdi hep ' başka patronlara hiç benzemez, işçilere babalık yapar, hak yemez derdi. "

diye yanıtladı. Daha sonra Kerem, telefonu eşine verdi. Aydan'la da epey konuştular. Sonra Fatma çok teşekkür ederek telefonu tekrar Serdar'a verdi. Serdar, kadıncağızın telefonunu kaydetti ve jipinin penceresinde uslu uslu bekleyen köpeğini göstererek

" Şey, bu benim köpeğim Luke, bir K9 değil ama çok iyi koku alır; eğer kızınızın bir giysisini koklatırsak bulabilir. Ben de arama çalışmalarına katılacağım."

deyince, kadın hemen içeri girip Yeşim'in bir kazağını getirdi. Serdar, ayağa kalktı.

"Tamam ben vakit kaybetmeden aramaya katılayım. İnşallah iyi haberlerle döneriz. Lütfen umudunuzu kaybetmeyin. Telefonunuzu kaydettim. Babamlara da numaranızı ilettim. dedi. 

"Sağol evladım, Allah razı olsun. " 

diyen Fatma da delikanlı arabasına binip gidince kapıyı kapatıp içeri girdi.

Az sonra delikanlı, çiftlik evini arayıp, Nuriye hanıma olanları anlattı ve gecikirse merak etmemesini, Luke ile Yeşim'i arama çalışmalarına katılacağını söyledi. Kadıncağız, ev işlerinden televizyona bakamadığından olanları duymamıştı. Yeşim'in çocukluğunu hatırlıyordu. O da üzüldü.

"Hayırlı haberlerle dön inşallah evladım, inşallah bulunur. Kendine dikkat et. Ben de kızcağız bulunsun diye iki rekat namaz kılıp, dua edeyim." dedi.

Serdar, Luke' a kazağı koklatıp, arama kurtarma ekibine katıldı, jandarma, komşular, dershaneden bir, iki arkadaşı, akrabalar, yerel tv ekibi, rahmetli babasının maden işçisi arkadaşları. Hepsi, dağ, tepe kızı arıyorlar ve arada 

"YEŞİMMMMM!....."

"YEŞİİMMMMM!..."

"YEŞİİMMMMM!..." diye bağırıyorlardı.

Yeşim ise baretinin ışığı ve el yordamıyla ufacık bir oyuk bulmuştu; önce elindeki kazmayı , sonra ayaklarını, sonra vücudunu soktu. Düştüğü yerden daha büyük bir galeriye gelmişti. İçeride çok eskiden ve define arayıcılarından kalan kürek, tahtalar ve bir el feneri vardı. Birisi unutmuş ya da aniden göçük filan olunca orada kalmıştı. Kız, 

"Umarım grizu tehlikesi yoktur" diye düşündü. Yoksa fenerin ışığıyla havaya uçardı. Ama gittikçe buranın bir kömür madeni değil, define arayıcılarının kazıp bıraktığı bir yer olduğuna emin oluyordu. Çünkü o tanıdık kömür kokusu yoktu, eski maden olsa raylar filan olurdu, el feneriyle de kimse girmezdi. Düğmesine bastı, şansına hâlâ çalışıyordu.

"Acaba buradan da başka yerlere çıkabilir miyim?"

diye düşündü. Pes etmeyecekti, vaz geçmeyecekti.

Metin Haznedaroğlu da haberi duymuştu. Hemen birkaç arkadaşını aradı ve onlardan

 "Paranın satın alabileceği en iyi özel dedektif

konusunda yardım istedi. Hepsi tek bir isimde birleştiler: Feridun Tunaoğlu. Mesleğinde bir numara, sicili tertemiz, eski bir polisti. Tam bir yaşlı kurttu. Ama asıl ilginç olan az sonra Kerem'in de aynı konu için dostunu ve eski ortağını araması oldu. Ortaklıktan ayrılmış olsalar da hep iyi dost olarak kalmışlardı. İkisinin arasında şöyle bir konuşma geçti:

" Ne? Zaten özel dedektif tuttun mu? "

"Evet, hem de bu işlerde en iyi olanı sorup soruşturdum."

diyen Metin, yıllar önce olan olayı ve Yeşim'in öz babası olduğunu ailesinden başkasına söylememesi şartıyla Kerem' e anlattı. Ondan sır çıkmayacağını biliyordu. Hele kızının hayatı tehlikedeyken kesseler kimseye söylemezdi.

"O yüzden için rahat etsin Keremciğim, senin de ayrıca dedektif tutmana gerek yok, kızım için elimden geleni yapıyorum. Bu arada Serdar'a çok teşekkür ettiğimi ilet lütfen. "

"Ne demek? Umudunu kaybetme. Senin kızın, bizim de kızımız sayılır. Bulunacak inşallah. İyi düşünelim, iyi olsun."

dedi. Biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapatan Kerem, hem şaşırdı, hem de sevindi. İçinden

"İşe bak sen! Allah! Allah! Yıllar önce meğer neler neler olmuş!"

diyordu. 

O sırada Zerrin ile kardeşi Aslan ise Yeşim'in kaybolduğu haberini duyunca, çak yaptılar.

"Vay canına abla! Senin Mafia Çetin, sözünü tuttu."

"Ne sandın ya? Şşşt! Yavaş konuş. Aman ha! Yerin kulağı vardır!"

Aslan, ağzına fermuar çeker gibi yaptı.

"Hah! Şöyle...."

Kardeşi dayanamadı, fısıldayarak da olsa konuşmaya başladı:

"Abla ya....ya polis bu işi Çetin'in yaptığını öğrenir, o da senin adını verirse?"

"Çetin beni satmaz. Merak etme."

yi de ne sebep bulacak? Kızı öldürmesi için bir nedeni yok ki?

"Ne bileyim ablacığım? Uydurur bir şey! O, çok akıllıdır. Olmadı kaçar, izini kaybettirir ya da bir başka adamını harcatır. "

"Off! İnşallah dediğin gibi olur abla."

"Merak etme sen ablasının kuzusu. Hiçbir şey olmayacak. Bak ötekini de ben hakladım. Bir şey oldu mu? Kendimi super kahraman gibi hissediyorum."

"Senden korkulur valla süper kahraman ablam! Sana bir de isim vermeli. Ama aklıma gelmiyor...ııııımmmm....şöyle fiyakalı bir isim olmalı! Bir süper kahramana yakışır isim."

"Ölümcül olmalı..."

"Kesinlikle..."

"Siyah Mamba nasıl?"

"Ama o Kill Bill'de vardı abla. Başka bir şey bulalım sana...."

"Tarantula Zerrin!"

"Hihihihi. Ama o da çok klişe yaa..."

Ve abla - kardeş korkutucu, ölümcül bir isim üzerinde düşünmeye başladılar. İçleri rahatlamıştı. Artık ayaklarına dolanacak ve tüm servetlerine ortak olacak bir üvey kardeş yoktu. 
Yeşim de kim oluyordu yahu? Alt tarafı babalarının çok gençken yaptığı hatasının, bir gecelik ilişkisinin yüzünden dünyaya gelmiş biriydi. Yok öyle, yıllar sonra ortaya çıkıp; pat diye servetlerine ortak olmak! 

diyorlardı.


Yazan: Müjde Dural
Not: Bu hikayedeki kişi, isim, kurumlar hayalidir. Gerçek kişilerle ilgisi yoktur. İsim benzerliğidir.


30 Nisan 2025 Çarşamba

YEŞİM (ROMAN) 16. BÖLÜM



Aradan yarım saat geçti. Yeşim, gölün yanındaki devasa yeraltı mağarasına açılan ve vaktiyle kimilerinin define var söylentisiyle define aradıkları eski madendeki çukurun dibinde, başına aldığı darbeden ötürü baygın yatıyor ve düş görüyordu. Elindeki kazma sağ tarafına düşmüştü, bareti başından çıkmış ters bir şekilde taşların, toprakların üstünde duruyordu. Biraz yanında vaktiyle define arayanlardan kalma sararmış, buruşmuş bir harita, su şişesi, yamulmuş bir matara vardı.

Rüyasında her yer diz boyu kardı ve evlerin saçaklarından boy sırasına dizilmiş buzlar sarkıyordu. Üzerinde pijamalarıyla üşüyordu. Niye böyle kazaksız, montsuz, pijamayla kara çıkmıştı ki? Sonra rüya gördüğünü anladı ama henüz gözleri kapalıydı. Uyku ile uyanıklığın arasındaki eşikteydi. Bu sefer de

"Neden ev bu kadar soğuk? Annem sobayı yaksa ya! Niye her yanım ağrıyor? Niye yatakta değil de yerdeymişim gibi sert?"

diye düşünürken, elinin üzerinde kıpır kıpır yürüyen bir şey hissetti ve yeşil gözlerini açtı.

Açmasıyla birlikte, elinin üstünde gezinen sekiz, tüylü ayağı gördü. Bu görüntüsü ürkütücü ama zararsız bir örümcekti.

"Ayyy!"

diyerek örümceği elinin üstünden attı. Gözleri karanlığa alışınca, baretini aldı ve ışığını yaktı. Elini cebine attığında cep telefonunu almadığını hatırladı. Hoş; alsa da bu kadar derinde çekmezdi. Baretin lambasının şarjı kaç saat dayanırdı bilmiyordu çünkü burada ne kadar baygın yattığından haberi yoktu. O iki adam neden kendisini buraya atmıştı? Niye? Neden yaa? Neden? Düşünüyor bir cevap bulamıyordu. Hırsız olsalar çalacak parası yoktu! Sapık olsalar daha kötü şeyler yaparlardı! Bir sebep bulamıyordu. Kaburgaları, dizi, dirsekleri ağrılar içinde ayağa kalkmayı başardı. Yukarı doğru seslendi:

"İmdaaaaat! Kimse yok mu? İmdaaat! Kurtarın! Buradayım! İmdaaaat! Kimse yok mu?"

diye bağırmaya başladı. Sonra bu civarda kimsenin olmadığını hatırladı. Yukarıya tırmanması imkânsızdı. Aklına babasının vaktiyle söyledikleri geldi:

" Eski madenin bir tanesi gölün yanındaki, kocaman bir yer altı mağarasına açılıyormuş. Giren kayboluyor diyorlar o yüzden kimse girmeye cesaret edemiyor. "

Ya bu o madense? Bir yol olmalıydı, buradan çıkmalıydı. Annesini düşündü kim bilir nasıl merak etmişti? Annem kaybolduğumu anlayınca, polise haber verir diye aklından geçirdi ama kimse buraya geldiklerini bilmiyordu. Kazmayı aldı. Baretin lambasının ışığında dikkatle yürümeye başladı. Pes etmeyecekti. Buradan kurtulacaktı. Epey yürüdü. Tavan neredeyse başına değecekti, gittikçe alçaldı ve yol daraldı. Bundan sonrasını emekleyerek gitmesi gerekti. Dizlerinin üstünde gide gide nefes nefese kaldı, susamıştı ve soğuktan titriyordu. Sağı kaya, solu kaya, başının üstü kayaydı. Morali sıfırdı. Uyursa öleceğini biliyordu. Uyumak ve kendini ölümün soğuk kollarına bırakması an meselesiydi ki, babasının bir sözü daha aklına geldi:

"Madende moral olsun diye sesi güzeller şarkı söyler, arkadaşlar hep bana türkü söyletirler."

"Hangi türküyü baba?"

"Aklıma o anda ne gelirse onu ama en çok Beyaz Giyme Toz Olur'u söylüyorum. Arkadaşlar onu yanık yanık okuduğumu söylüyorlar. Bu türküyü anneniz için söylerdim aslında. Söylerken de onu düşünürdüm hep."

Yeşim, tüyleri diken diken, tir tir titreyerek, dişleri takır takır birbirine çarparak söylemeye başladı. Babasından güç almasının tam zamanıydı.

"Beyaz....giyme toz o....ooluurr.......siyah giyme...söz oluuuur...."

Ve cılız ışıkta emeklemeye devam etti. İşe yaramıştı.

O sırada annesi ise Kemal Usta ile karakoldaydı. Kadıncağız, Yeşim dönmeyince, madene gittiğinde kimsenin televizyonculardan filan haberinin olmadığını öğrenince çılgına dönmüştü.

"Televizyoncular mı? Buraya mı? Yooo....kimse gelmedi bacım."

"Nasıl olur Kemal Usta? Buraya geleceklerdi, çekim yapacaklardı, bir saatte döneriz dediydiler. İki kişiydiler. Amanın! Kızımı kaçırdılar mı yoksa? Allah'ım! Kızım nerede? Kızımı bulun bana!"

diye paniğe kapılınca, Kemal ustanın arabasıyla karakola gittiler. Karakol amiri, yerel televizyon kanalını arayınca, daha önce kızla röportaj yapan İpek ve kameraman arkadaşı hemen karakola geldiler. Kendilerinden kimsenin çekim için onlara gitmediğini söylediler. Yeşim'i kimse oralarda görmemişti. Çekim yapan da yoktu. Yerel tv kanalı için bu önemli bir haberdi. İpek, mikrofonu eline aldı ve canlı yayına bağlandı.

"Sayın seyirciler, tüm ülkenin gurur duyduğu maden işçisi Yeşim Özbey'in kaçırıldığından şüpheleniliyor. Televizyoncu olduklarını söyleyen iki kişi, Yeşim Özbey'in annesi Fatma Özbey'e kızıyla röportaj yapacaklarını ve bir saat sonra döneceklerini söylemişler. Ancak aradan saatler geçmesine rağmen bu esrarengiz kişiler de, Yeşim de ortada yok. Fatma hanım yanımızda. Buyurun Fatma Hanım, söz sizin. Lütfen anlatır mısınız seyircilerimize neler olduğunu? Kızınınız nasıl kaçırıldığını."

diyerek; mikrofonu Fatma'ya uzattı. Kadıncağızın pembe yanakları al, al olmuştu. Gözlerinden yaşlar akarak



"Kaçırdılar kızımı! Onlar kaçırdı! Allah aşkına bulun kızımı! Televizyoncuyuz; röportaj neyim yapacağız dediler. İnandık. Keşke kabul etmeseydim. Kızım çok ısrar etti. Anne ne olur gidelim hem 10.000 lira alacağız fena mı ne olur kabul et dedi. Keşke etmeseydim. Onlar kaçırdı kızımı. N'olur kızımı bulun bana. Yeşim'imi bulun! "

diye haykırdı.

İstanbul, Beykoz'da, mor, sarı, beyaz manolyalar, yosun yeşilinden, fıstık yeşiline, limon sarısından, şeker pembesine kadar açıklı, koyulu tonlarla ağaçlar içindeki beyaz malikânenin salonunda evin hanımı ve Sadullah Emin'in oğlu Kerem'in eşi, Aydan, turuncu, beyaz gülleri ikebana ustası bir Japon gibi vazoya yerleştirirken; eşi Kerem, doktorlar stresten uzak dursun, bulmaca çözsün dediğinden, elinde arkası silgili kurşun kalem, bir yandan gazetenin kare bulmacasını çözerken, bir yandan televizyonda röportajı izliyordu.

Fatma Özbey ismini duyunca, topuz saçlı, zarif kadın "Aaaa!" derken eşi, tek kaşını kaldırdı. Kerem;

"Baksana hanım. Bu Fatma Özbey, bizim Hüseyin'in karısı değil miydi? Hani on yıl önce benim hayatımı kurtaran?" diyerek sorunca karısı yanıtladı:

"Evet! Ben de hatırladım!"

"Açsana sesini! Neler olmuş anlayalım. Kızım kaçırıldı diyor!"

Kadın uzaktan kumandayı alıp sesi açtı. Fatma, ağlamaktan kesik kesik konuşuyordu.

"Kızımı onlar kaçırdı! Kızımı kaçırdılar! Kurban olayım, kızımı bulun bana!"

Daha sonra muhabir tekrar araya girdi, "birkaç ay önce madendeki göçükte eşini ve oğlunu kaybeden talihsiz kadın" deyince Kerem şoke oldu.

"NE? Nasıl olur? Benim niye haberim yok?"

"Benim de haberim yok Keremciğim. İnan şimdi duyuyorum. Belki tam sen hastanedeyken olmuştur. Dur bakayım internetten ne zaman olmuş? Hay Allah!....dur canım bakıyorum... "

Kadın, telefonu alıp biraz araştırınca haberleri buldu. Tarihler tam da adamcağızın kalp ameliyatı olduğu günlerdi. Ayrıca, kendi annesi de evde düşüp kalçasını kırmış, üst üste gelen aksiliklerle günlerce ev - hastane; hastane-ev arasında mekik dokumuş, sosyal medyadan, televizyondan uzak durmuşlar. Eve gelip banyo yapıp, bir şeyler atıştırıp, uyumuşlar. Hastanede refakatçi kalmışlardı.

"Evet canım tam biz hastanedeyken olmuş, sonunda biz eve geldiğimizde de haber çoktan eskimiş, gündem öyle hızla değişiyor ki ülkede, duymamış olmamız çok doğal. İnanamıyorum kadıncağız hem eşini, hem oğlunu kaybetmiş. "

Kerem, ellerini dizlerine vura vura haykırdı:

"Vah! Vah! Vah! Hüseyin! Beni kurtardın ama kendin gittin ha? Hem de oğlunla! Mekanın cennet olsun, nurlar için yatsın. Vah! Vah! Vah! Hay Allah! Hanım hemen hazırlanalım doğru Soma'ya, çiftlik evine. Kadıncağızı bu kara gününde yalnız bırakmak bana yakışmaz. Hüseyin, beni o gün göçükte hayatını tehlikeye atarak kurtarmasaydı ben şimdi yoktum. Kızı için de özel dedektif filan her ne gerekiyorsa yapalım. Bizim Metin iyi anlar o işlerden ona sorarım iyi bir dedektif tavsiye etsin. "

"Keremciğim, Serdar zaten orada, aslan gibi oğlumuz varken, senin kalkıp gitmen olmaz. Doktor istirahat verdi, stres yok dedi. Daha yeni bypass oldun; Serdar'a telefon edip durumu anlatalım. Elimizden gelen her şeyi yaparız. Çocuk halleder bizim adımıza. Dedektif de tutarız."

"Hay aklınla bin yaşa hanım. Doğru söylüyorsun. Hemen arayayım bizim oğlanı.

diyerek telefonu tuşladı ve olan biteni oğluna anlatmaya başladı. Serdar, çocukken kendisini buz gibi göle atan Yeşim'in ismini böyle trajik bir olayla yeniden duyduğunda çok şaşırdı. 

Devam edecek....


Yazan: Müjde Dural
Not: Bu hikayedeki kişilerin ve kurumların gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur. İsim benzerliğidir.

20 Mart 2025 Perşembe

YEŞİM (ROMAN) 15. BÖLÜM



Araba mezarlığı, plâkası sökülmüş, camları yok, farları yok, far yuvası korozyondan paslanmış, tamponları yamuk, kaportası kırık, her yeri pas içinde, kimi 70'li yıllardan kalma, üst üste yığılmış, ölmüş arabalar, kamyonetler, karoserler, eski tekerlekler, demir parçaları, kablolar ve araç hurdalarıyla doluydu.

Az ötede ise bu hurdaları presleyip, dişlilerle sıkıştırıp ezen ve metal parçalarına dönüştüren devasa bir makine - canavar demek daha doğru olur - vardı. Hurda arabanın biri makineye atıldı. Canavarın ağzındaki kocaman dişli çarklar arabayı sıkıştırıp, çatır çutur ezdi ve yürüyen uzun bantlardan metal parçaları olarak tükürüp attı.

Altı tane adam daire şeklinde dizilmişti. Ortalarında, yere diz üstü çökmüş, yüzü, gözü morarmış, burnu kanayan, kaşı açılmış, boks maçından çıkmışa benzeyen bir genç vardı. Adamlardan biri çocuğa döndü:

"Bak, birazdan seni de şu makinenin içine atacağız."

Çocuk, canlı atıldığı makineden, korkunç acılarla, el, parmak, kol, deri, ayak, kulak olarak püskürtüldüğünü hayal etti. Dişlilerden kanlar sızacaktı.

"Affedin abi n'olur affedin! Bir daha yapmam! N'olur yapmayın abi! Şeytana uydum."

"Bunu Çetin reisten çalmadan önce düşünecektin o....... çocuğu!"

İki tanesi çocuğu koltuk altlarından tutup makineye doğru götürdüler.

"Yapmayın! İmdaaat! Acıyın! Yalvarıyorum!"

diye bağırırken, az önce soruyu soran adamın bir işaretiyle durdular.

"Bir dahaki sefere içinde olursun!"

Çocuk

"Tamam abicim, sağol abicim, bir daha yaparsam Allah belamı versin, köpeğin olayım abi..."

derken adamlar, çocuğun karnına bir tekme atıp gittiler. Delikanlı, eli böğründe yere yığıldı. Hayatının kurtulduğuna o kadar seviniyordu ki, midesindeki acı vız geldi.

🌸🌸🌸

Güneş ışığı, suda kırılıp  gözü yanıltsa da, L şeklindeki yüzme havuzunun dibindeki mavi ve lacivert mozaikler neredeyse sayılabiliyordu. Havuzun yanındaki şezlongda oturmuş, elindeki kesme kristal bardakta tam iki parmak doldurulmuş viskisini yudumlayan, kara kaşlı, kara gözlü, esmer ve yanağında uzun bir yara izi olan genç adamın telefonu çaldı. Viskisini bırakıp telefonu açtı. Biraz dinledi ve

"Tamam. Bir daha yaparsa acımayın."

diyerek telefonu tekrar yanındaki cam sehpaya koydu, lacivert, beyaz üniformalı, hizmetli bir genç kadın gelip kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam şaşırarak tek kaşını kaldırdı.

"Gelsin, misafirime Malibu hazırlayın Şebnem hanım."

"Baş üstüne"

diyen kız tekrar gitti. Adam ayağa kalktı; kapıya gözlerini dikti, az sonra kapıdan gireni görünce, gözleri ışıldadı ve göz kenarları kırıştı, gülümserken yanağındaki bıçak yarası izi çukurlaştı. Zerrin, sarı ince askılı Chanel bir mini elbise, kulağında sarı sallantılı küpelerle, havuz kenarına geldi.

"Hello Çetin!"

" Zerrin! Hoş geldin! Ne hoş sürpriz! Annen benimle görüşmemi yasakladı sanıyordum."

"Evet ama sana bir işim düştü Çetin...bir rica...hem annemin duyması gerekmez di mi?"

"Hımm, hmm..senin rican benim için emirdir güzelim. Çok özlemiştim seni."

"Teşekkürler."

Az önceki kız, elindeki tepside üzerinde minik pembe şemsiye, kiraz ve portakal dilimiyle süslenmiş Malibu kadehiyle geri geldi.

Adam kadehini kaldırdı.

"Güzelliğine..."

"En sevdiğim kokteyli unutmamışsın."

"Unutur muyum hiç?"

Kadehleri tokuşturdular.

"E, peki seni buraya getiren o rica nedir? Dökül bakalım güzellik."

"Sorma Çetin ya, ailemize ait olan her şey tehlike altında. Annemin, babamın yıllarca dişiyle tırnağıyla kazıya kazıya edindikleri servet, her şey..."

Çetin, kaşlarını çattı.

"Nasıl bir tehlike?"

"Babamın aptallığı yüzünden! Gençken.... mmm...çok gençken sanırım çünkü olayın ne olduğunu tam bilmiyorum. İşte bir kıza aşık olmuş filan ve ondan bir çocuğu olmuş. Bir kız."

"Bak sen?"

"Yaa...işte şimdi bu kızı ve anasını tüm mirasımıza ortak etmek istiyor. Allah'ın iki köylüsü geleceklermiş de evlerimize, arabalarımıza, paralarımıza konacaklarmış! Ne demek ya? Bizim olanı korumak hakkımız. Kardeşim de benimle aynı fikirde. Onlar kim oluyor? Zaten kadın yıllar önce başkasıyla evlenmiş. Bize ne! Ne yaparsa yapsın!"

"Anlıyorum güzelim. Bu kızı ayağının altından kaldırayım ister misin?"

"Ah! Evet! İçimden geçenleri okuyorsun Çetin. Yapar mısın? Çok büyük bir şey mi istiyorum yoksa?"

"Senin için her şeyi yaparım. Yalnız sen de, kardeşin de bu konuda ağzınızı sıkı tutun. Bu işler çocuk oyuncağı değil. Öyle gece klüplerinde, barlarda takılırken, içip ağzınızdan kaçırmayın. "

"Tabii ki....biliyorum. Merak etme. "

"Peki ya anası?"

"Onu da sonra düşünürüz...önce şu kızdan kurtulayım hele..."

Zerrin içinden

"Serdar varken ne yapayım şu Mafya'yı, ah Serdar! Soma'dan dön artık, dön bir tanem. Senin haberin yok ama senin için neler yaptım ben! Seni o Binnur salağından ayırdım! Cinayet bile işledim. Serdarcığım, sen benim olmalısın. Ben de senin. Hadi dön artık Soma'dan. Dön gel n'olur. Çok özledim."

diyordu. Çetin içinden geçenleri duysa ona yardım etmek şöyle dursun, bir daha suratına bakmaz hatta topuğundan vururdu. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek zorundaydı.

🌸🌸🌸

Yüreği yaralı Serdar, babasının Bypass ameliyatı için gelmiş; babası iyi olunca evde de annesi, özel hemşire, bir sürü yardımcı olunca hafta sonu tekrar Soma'daki çiftlik evine dönmüştü. Annesi,

"Ah! Oğlan da gelse. Şimdi tek başına ne yapıyor göl kıyısında?" diye sızlanınca,

Babası, "Merak etme hanım, kendini hazır hissedince döner. Hem tek başına değil ki, Nuriye teyze var, eşi var, ikisi onu, o da onları çok sever. E, Luke de var. Sen bana şuradan gazeteyi ver de bulmaca çözeyim. Doktor, alzheimere de iyi gelir dedi. Kalbi kurtardık, beynimize bir şey olmasın."

"Aman dağlara taşlara. Allah korusun" diyerek kulağını çekip, tahtaya vuran karısı, gazeteyi getirmeye gitti.

O sırada Nuriye de mutlu olsun diye Serdar'ın en sevdiği şeyler olan yaprak sarma, cevizli kabak tatlısı, biber dolma yapıyor, baklava açıyordu. Öyle ki, Serdar " Nuriye teyze ya, eve 100 kilo döneceğim!" diyerek gülüyordu.

Delikanlı, yemekten sonra gitarını ve köpeği Luke'u alıp göle gitti. Çam ağacı ormanlarıyla kaplı sıra sıra tepelerin suya yansıması, Karabataklar ve diğer su kuşları hatta ta tepelerde bazen gördüğü kanat çırpmadan süzülen kartal...hepsi dinginlik, sükûnet ve huzur vererek terapi oluyordu delikanlıya.

Luke bayılıyordu bu yürüyüşlere. Yolda bazen kaplumbağa veya Karabatak görüp havlayarak kovalıyor, çiftlik evinin kedilerinden ise ödü kopuyordu. Çoğunlukla anne kedilere rastladığından, zavallıyı doğduğuna pişman ediyordu keratalar. Serdar, kedileri de çok sevdiğinden, sarı gözleri heyecandan ve öfkeden simsiyah olmuş, tüyleri dikleşmiş, kulakları geriye yatmış afacan güzellikleri yatıştırmaya çalışıyordu.

"Şşştt....size zarar vermez pisicikler...Luke kedileri sever valla..."

diyerek tekirleri, minnoşları yatıştırmaya gayret ediyordu. Çiftlik evinin demirbaşı kediler, Luke'u biraz kovalayıp tekrar çiftliğe dönüyorlardı.

"Haydi Luke, gel şöyle oturalım."diyen Serdar, yere oturdu. Gitarını aldı, az ötede genç bir kızın çimenlere oturmuş, elindeki resim defterine resim yaptığını farketti. Kalemi, dişlerinin arasına sıkıştırmış, manzaraya odaklanmıştı, bir manzaraya, bir defterine bakıyor, kıyaslıyordu.

Serdar'ın ilgisini çekti. Bir süre, farkettirmeden kızı izledi. Kömür karası saçları, uzaktan bile belli olan yeşil gözleri vardı. Kız, kalemi alıp, esintiyle alnına dökülen perçemleri geriye itti. Tekrar çizmeye başladı.

Serdar da ayıp olmasın diye kızı izlemeyi bıraktı ve sözlerinin kendi yazıp, bestelediği bir ayrılık şarkı çalmaya başladı. Binnur'un ihanetini, tam nikâh masasında telefonuna gelen o görüntüyü aklından silmek zor oluyordu.

Gitarın sesi rüzgârla Yeşim'in kulağına kadar geldi. Kız, müzik sesi nereden geliyor diye soluna bakınca, Serdar'ı gördü. Alnına düşen kumral perçemleri rüzgarla uçuşuyor, kederli kederli çalıyordu. Yanında da köpeği oturmuş dinliyordu.

"Ben bu ikisini daha önce nerede gördüm?..."

deyince, o yağmurlu günü hatırladı. Bu ikinci karşılaşmalarıydı. Delikanlının yıllar önce göle attığı çocukluk aşkı Serdar olduğunu tahmin bile edemezdi. Serdar da resim yapan güzel kızın vaktiyle yatak döşek yatmasına sebep olan yaramaz Yeşim olduğunu bilemezdi.

Arada göz ucuyla birbirlerine baktılar, sonra önce Yeşim defterini aldı ve annesi merak etmesin diye yola koyuldu. Serdar bir süre daha gitar çaldı ve kız gidince sanki manzaranın tadı kaçmış gibi o da gitti. Yine aksi yönlere gitmişlerdi. Kader ne zaman yollarını kesiştirecekti bakalım.

BİRKAÇ GÜN SONRA



Salı günü Yeşim, sınava çalışıyordu. Madenden ayrılmıştı ve annesi başına bir şey gelmeden işi bıraktığı için çok mutlu olmuştu. Kahvaltıda annesinin deyimiyle "pambık" gibi sıcacık pişi, peynir, zeytin, çilek reçeli ve ince belli bardaklarda, kaynar kaynar çaydan oluşan güzel bir kahvaltı yapmışlardı. Ama Hüseyin'in ve Burakcan'ın yokluğu boğazlarının düğüm düğüm olmasına neden oluyordu. Ana - kız, birbirlerini üzmemek için mutlu taklidi yapıyor, dayanmaya çalışıyorlardı. En zoru mezarlık ziyaretleriydi. Şirket, baba ve oğul için mermer mezar yaptırdığı için minnettardılar. Birlikte gidip suluyor, çiçek dikiyor, onlarla konuşuyor, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle dönüyorlardı. Çok zordu kabullenmek.

Kahvaltı sonrası, saat 09.30 olduğunda, Sarman, test çözen kızın kucağında uyuyordu.

" Aşağıdaki cümlelerin hangisinde düzeltme işareti yanlış kullanılmıştır? Hmmm...a değil, b değil, c! Bu da tamam. Anne, Sarman'a baksana nasıl da mışıl mışıl uyuyor".

"Böyle güzel annem olsa ben de uyurum kucağında."

"Ya anne, ben güzel değilim ki..."

"He kızım, he, çirkinsin. Kimseler almaz seni evde kalırsın."

"Yaaa...."

"E, kızım ne diyeyim? Aaa!"

O sırada kapı çaldı. Yeşim'in yüzüne öfkeyle karışık bir gölge yerleşti.

"Kim ki bu saatte? Yoksa yine.....?"

Annesi, kızının içinden geçeni anlamıştı.

"Gelmez kızım, niye gelsin? Ne yüzle gelecek?"

diyen annesi kapıyı açtı. Karşısında başında kasket, çarpık gülümsemeli ve omzunda kocaman bir televizyon kamerası tutan bir gençle burun buruna geldi. Evlerinin önünde beyaz bir minibüs vardı. Şoför koltuğunda da yine bir adam oturuyordu.

"Merhaba hanımefendi. Biz Yeşim hanımla röportaj yapmak için geldik. Evde mi kendisi?"

"E...evde ama....?"

Yeşim konuşmaları duymuştu. Sarman'ı uyandırmadan, yavaşça sedire koyup annesinin yanına geldi. Adam, kızı görünce yine çarpık çarpık sırıttı.

"Merhaba Yeşim hanım, nasılsınız? Sizinle röportaj yapmak istiyorduk. Bu arada röportaj için kanalımız size 10.000 lira ödeyecek. Ne dersiniz?"

"10.000 lira mı?"

"Evet."

Kız, annesine döndü. Gözleri gülüyordu. Hayatında 10.000 lirayı bir arada görmemişlerdi.

"Anne? Harika bu! Değil mi?" diyen Yeşim, adama döndü:

"Şey,  yalnız ben artık madende çalışmıyorum. Ayrıldım. Bir sürü iş teklifi geldi. Annem zaten çok korkuyordu. Onlardan birini kabul edeceğim."

" Hayırlı olsun Yeşim Hanım, bizim için fark etmez. Sonuçta şu güne kadar madende çalıştınız hem de gencecik bir kız olarak. Bu müthiş bir şey. Herkes sizi konuşuyor. Kanalımızda da röportajınız yayınlanınca iyice ünlü olacaksınız."

"Anne! Evet de lütfen..."

"Bilmem ki kızım...?"

Fatma' nın gözü adamı hiç tutmamıştı. Kamerayı tutan kolunda engerek dövmesi vardı, kolunu hareket ettirdikçe, engerek de sahici gibi kımıldıyordu, ürperdi, tüyleri diken diken oldu, içinde tuhaf bir şey vardı.

"Anne ya, bilmeyecek ne var?"

Annesi de istemeye istemeye

"Peki kızım, madem çok istiyorsun."

deyince, Yeşim de, adam da çok sevindi. Kız, 

"Biraz bekleyin üstümü değişip geliyorum." diyerek içeri gitti.

"Bekliyoruz Yeşim hanım."

Az sonra Yeşim, baretini taktı, çizmelerini ve tulumunu giydi. Adamla birlikte beyaz minibüse bindiler. Heyecandan cep telefonunu kedinin yanında bırakmıştı.

"Hadi anne, görüşürüz."

"Şey, ne kadar sürer bu çekim evladım?"

"En fazla bir saate biter hanımefendi."

" İyi, çok değilmiş. Haydi selametle kızım."

Yeşim sevinçle annesine el salladı. Beyaz minibüs, toprak yolda arkasında büyük bir toz bulutu bırakıp giderken, Fatma çok tedirgindi. İçinde sebebini bilmediği bir sıkıntı vardı. Araç gözden kaybolana kadar yola baktı.

Araçta giderken, adam Yeşim'e döndü:

"Sahi Yeşim hanım, sizin çalıştığınız madene uğradık ama bize bir sürü formalite çıkardılar, şunu imzala, bunu imzala, giysilerinizi değişin, uğraşmak istemedik çünkü vaktimiz az, uçağa yetişeceğiz yine İstanbul'a dönmemiz gerekiyor. O yüzden sorduk soruşturduk kullanılmayan eski bir madende çekim yapacağız sizinle."

"Anladım."

"Zaten seyirciler başka madencileri değil sizi görmek isteyeceklerdir. Birkaç poz çekeceğiz, ben size birkaç soru soracağım, işte gününüz nasıl geçiyor, çok yoruluyor musunuz filan? Gelecekle ilgili planlarınız nedir? Zor sorular değil, merak etmeyin...."

"Tamam..."

Yirmi dakika sonra, yıllardır kullanılmayan eski bir maden ocağına geldiler.

"Yeşim hanım, şöyle ilerleyelim, karanlık olsun ki, madende olduğumuz belli olsun."

Yeşim'in ayağı bir şeye takıldı. Bu bir kazmaydı. Eğilip kazmayı aldı.

"Aa! Kazmaymış! Kim bilir kaç yıl önce burada unutulmuş? İyi oldu, Bu da elimde dursun, daha inandırıcı olur. Dikkat edin; rahmetli babam söylemişti böyle eski madenlerde açık kuyular olabilir. Bakın bir tane burada var. Bakın hemen şurada."

" Sahi mi? Bakabilir miyiz?"

"Tabii ama çok yaklaşmayın. Bayağı derin! Bakın şurada."

Yeşim, adamlara kuyuyu gösterirken, arkasından iki el tüm gücüyle kızı itti. Kız, zifir karanlık kuyuya düşerken sadece

"Aaaaahhhh!"

diyebildi, gövdesinin, elindeki kazmanın ve baretin yere çarpma seslerinden sonra çıt çıkmadı. Tam bir sessizlik vardı.

Yılan dövmeli adam güldü.

"Sesi çıkmıyor öldü herhalde."

Ölmese de buradan çıkamaz, tırmanması imkânsız. Bağırsa kimse duymaz. Kimsenin onu burada aramak aklına gelmez. Annesi her zamanki çalıştığı madene gittiğimizi sanıyor."

"Haklısın. Hadi tüyelim."

Son hızla oradan uzaklaştılar. Otobana vardılar. Arkadaşı, direksiyonda oturana seslendi.

"Yav, şu dövmeni sildir yahu! Kıpraştıkça, ödüm kopuyor!"

Direksiyondaki sırıttı. İnadına sağ kolundaki dövmeyi adama doğru tuttu. Bir yandan da gözünü yoldan ayırmamaya çalışıyordu.

"Tıssssss!"

"Yav git ya! Valla Çetin reise söyleyeceğim, bir dahaki sefere başkasını bulsunlar yerime. Ya da uzun kollu bir şey giy. Görmeyeyim şu lanet dövmeyi."

"Hahahahahaha!..."

"Tısssss!..."

"Ya! S.....tir! Benim fobim var oğlum."

"Hahahahaha. Tamam, tamam. Kızma."

Biri ofidiyofobiden muzdarip, iki tetikçi, hızla oradan uzaklaşırken, Fatma, saate bakıyor ve 

"Nerede kaldı bu televizyoncular? Bir saate geleceklerdi hani? Çekim mi uzadı acaba? Allah'ım hayırlara nasip eyle....offf... " diyor, yerinde oturamıyor, kalkıyor, avluya, bahçeye çıkıyor, yolu gözlüyor, her motor sesinde yerinden fırlıyordu.

Devam edecek...

Yazan: Müjde Dural
Not: Hikayedeki isimlerin, kişilerin, kurumların gerçek kişilerle ilgisi yoktur. İsim benzerliğidir. Kurgudur.