20 Mart 2025 Perşembe

YEŞİM 15 (ROMAN)



Araba mezarlığı, plâkası sökülmüş, camları yok, farları yok, far yuvası korozyondan paslanmış, tamponları yamuk, kaportası kırık, her yeri pas içinde, kimi 70'li yıllardan kalma, üst üste yığılmış, ölmüş arabalar, kamyonetler, karoserler, eski tekerlekler, demir parçaları, kablolar ve araç hurdalarıyla doluydu.

Az ötede ise bu hurdaları presleyip, dişlilerle sıkıştırıp ezen ve metal parçalarına dönüştüren devasa bir makine - canavar demek daha doğru olur - vardı. Hurda arabanın biri makineye atıldı. Canavarın ağzındaki kocaman dişli çarklar arabayı sıkıştırıp, çatır çutur ezdi ve yürüyen uzun bantlardan metal parçaları olarak tükürüp attı.

Altı tane adam daire şeklinde dizilmişti. Ortalarında, yere diz üstü çökmüş, yüzü, gözü morarmış, burnu kanayan, kaşı açılmış, boks maçından çıkmışa benzeyen bir genç vardı. Adamlardan biri çocuğa döndü:

"Bak, birazdan seni de şu makinenin içine atacağız."

Çocuk, canlı atıldığı makineden, korkunç acılarla, el, parmak, kol, deri, ayak, kulak olarak püskürtüldüğünü hayal etti. Dişlilerden kanlar sızacaktı.

"Affedin abi n'olur affedin! Bir daha yapmam! N'olur yapmayın abi! Şeytana uydum."

"Bunu Çetin reisten çalmadan önce düşünecektin o....... çocuğu!"

İki tanesi çocuğu koltuk altlarından tutup makineye doğru götürdüler.

"Yapmayın! İmdaaat! Acıyın! Yalvarıyorum!"

diye bağırırken, az önce soruyu soran adamın bir işaretiyle durdular.

"Bir dahaki sefere içinde olursun!"

Çocuk

"Tamam abicim, sağol abicim, bir daha yaparsam Allah belamı versin, köpeğin olayım abi..."

derken adamlar, çocuğun karnına bir tekme atıp gittiler. Delikanlı, eli böğründe yere yığıldı. Hayatının kurtulduğuna o kadar seviniyordu ki, midesindeki acı vız geldi.

🌸🌸🌸

Güneş ışığı, suda kırılıp  gözü yanıltsa da, L şeklindeki yüzme havuzunun dibindeki mavi ve lacivert mozaikler neredeyse sayılabiliyordu. Havuzun yanındaki şezlongda oturmuş, elindeki kesme kristal bardakta tam iki parmak doldurulmuş viskisini yudumlayan, kara kaşlı, kara gözlü, esmer ve yanağında uzun bir yara izi olan genç adamın telefonu çaldı. Viskisini bırakıp telefonu açtı. Biraz dinledi ve

"Tamam. Bir daha yaparsa acımayın."

diyerek telefonu tekrar yanındaki cam sehpaya koydu, lacivert, beyaz üniformalı, hizmetli bir genç kadın gelip kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam şaşırarak tek kaşını kaldırdı.

"Gelsin, misafirime Malibu hazırlayın Şebnem hanım."

"Baş üstüne"

diyen kız tekrar gitti. Adam ayağa kalktı; kapıya gözlerini dikti, az sonra kapıdan gireni görünce, gözleri ışıldadı ve göz kenarları kırıştı, gülümserken yanağındaki bıçak yarası izi çukurlaştı. Zerrin, sarı ince askılı Chanel bir mini elbise, kulağında sarı sallantılı küpelerle, havuz kenarına geldi.

"Hello Çetin!"

" Zerrin! Hoş geldin! Ne hoş sürpriz! Annen benimle görüşmemi yasakladı sanıyordum."

"Evet ama sana bir işim düştü Çetin...bir rica...hem annemin duyması gerekmez di mi?"

"Hımm, hmm..senin rican benim için emirdir güzelim. Çok özlemiştim seni."

"Teşekkürler."

Az önceki kız, elindeki tepside üzerinde minik pembe şemsiye, kiraz ve portakal dilimiyle süslenmiş Malibu kadehiyle geri geldi.

Adam kadehini kaldırdı.

"Güzelliğine..."

"En sevdiğim kokteyli unutmamışsın."

"Unutur muyum hiç?"

Kadehleri tokuşturdular.

"E, peki seni buraya getiren o rica nedir? Dökül bakalım güzellik."

"Sorma Çetin ya, ailemize ait olan her şey tehlike altında. Annemin, babamın yıllarca dişiyle tırnağıyla kazıya kazıya edindikleri servet, her şey..."

Çetin, kaşlarını çattı.

"Nasıl bir tehlike?"

"Babamın aptallığı yüzünden! Gençken.... mmm...çok gençken sanırım çünkü olayın ne olduğunu tam bilmiyorum. İşte bir kıza aşık olmuş filan ve ondan bir çocuğu olmuş. Bir kız."

"Bak sen?"

"Yaa...işte şimdi bu kızı ve anasını tüm mirasımıza ortak etmek istiyor. Allah'ın iki köylüsü geleceklermiş de evlerimize, arabalarımıza, paralarımıza konacaklarmış! Ne demek ya? Bizim olanı korumak hakkımız. Kardeşim de benimle aynı fikirde. Onlar kim oluyor? Zaten kadın yıllar önce başkasıyla evlenmiş. Bize ne! Ne yaparsa yapsın!"

"Anlıyorum güzelim. Bu kızı ayağının altından kaldırayım ister misin?"

"Ah! Evet! İçimden geçenleri okuyorsun Çetin. Yapar mısın? Çok büyük bir şey mi istiyorum yoksa?"

"Senin için her şeyi yaparım. Yalnız sen de, kardeşin de bu konuda ağzınızı sıkı tutun. Bu işler çocuk oyuncağı değil. Öyle gece klüplerinde, barlarda takılırken, içip ağzınızdan kaçırmayın. "

"Tabii ki....biliyorum. Merak etme. "

"Peki ya anası?"

"Onu da sonra düşünürüz...önce şu kızdan kurtulayım hele..."

Zerrin içinden

"Serdar varken ne yapayım şu Mafya'yı, ah Serdar! Soma'dan dön artık, dön bir tanem. Senin haberin yok ama senin için neler yaptım ben! Seni o Binnur salağından ayırdım! Cinayet bile işledim. Serdarcığım, sen benim olmalısın. Ben de senin. Hadi dön artık Soma'dan. Dön gel n'olur. Çok özledim."

diyordu. Çetin içinden geçenleri duysa ona yardım etmek şöyle dursun, bir daha suratına bakmaz hatta topuğundan vururdu. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek zorundaydı.

🌸🌸🌸

Yüreği yaralı Serdar, babasının Bypass ameliyatı için gelmiş; babası iyi olunca evde de annesi, özel hemşire, bir sürü yardımcı olunca hafta sonu tekrar Soma'daki çiftlik evine dönmüştü. Annesi,

"Ah! Oğlan da gelse. Şimdi tek başına ne yapıyor göl kıyısında?" diye sızlanınca,

Babası, "Merak etme hanım, kendini hazır hissedince döner. Hem tek başına değil ki, Nuriye teyze var, eşi var, ikisi onu, o da onları çok sever. E, Luke de var. Sen bana şuradan gazeteyi ver de bulmaca çözeyim. Doktor, alzheimere de iyi gelir dedi. Kalbi kurtardık, beynimize bir şey olmasın."

"Aman dağlara taşlara. Allah korusun" diyerek kulağını çekip, tahtaya vuran karısı, gazeteyi getirmeye gitti.

O sırada Nuriye de mutlu olsun diye Serdar'ın en sevdiği şeyler olan yaprak sarma, cevizli kabak tatlısı, biber dolma yapıyor, baklava açıyordu. Öyle ki, Serdar " Nuriye teyze ya, eve 100 kilo döneceğim!" diyerek gülüyordu.

Delikanlı, yemekten sonra gitarını ve köpeği Luke'u alıp göle gitti. Çam ağacı ormanlarıyla kaplı sıra sıra tepelerin suya yansıması, Karabataklar ve diğer su kuşları hatta ta tepelerde bazen gördüğü kanat çırpmadan süzülen kartal...hepsi dinginlik, sükûnet ve huzur vererek terapi oluyordu delikanlıya.

Luke bayılıyordu bu yürüyüşlere. Yolda bazen kaplumbağa veya Karabatak görüp havlayarak kovalıyor, çiftlik evinin kedilerinden ise ödü kopuyordu. Çoğunlukla anne kedilere rastladığından, zavallıyı doğduğuna pişman ediyordu keratalar. Serdar, kedileri de çok sevdiğinden, sarı gözleri heyecandan ve öfkeden simsiyah olmuş, tüyleri dikleşmiş, kulakları geriye yatmış afacan güzellikleri yatıştırmaya çalışıyordu.

"Şşştt....size zarar vermez pisicikler...Luke kedileri sever valla..."

diyerek tekirleri, minnoşları yatıştırmaya gayret ediyordu. Çiftlik evinin demirbaşı kediler, Luke'u biraz kovalayıp tekrar çiftliğe dönüyorlardı.

"Haydi Luke, gel şöyle oturalım."diyen Serdar, yere oturdu. Gitarını aldı, az ötede genç bir kızın çimenlere oturmuş, elindeki resim defterine resim yaptığını farketti. Kalemi, dişlerinin arasına sıkıştırmış, manzaraya odaklanmıştı, bir manzaraya, bir defterine bakıyor, kıyaslıyordu.

Serdar'ın ilgisini çekti. Bir süre, farkettirmeden kızı izledi. Kömür karası saçları, uzaktan bile belli olan yeşil gözleri vardı. Kız, kalemi alıp, esintiyle alnına dökülen perçemleri geriye itti. Tekrar çizmeye başladı.

Serdar da ayıp olmasın diye kızı izlemeyi bıraktı ve sözlerinin kendi yazıp, bestelediği bir ayrılık şarkı çalmaya başladı. Binnur'un ihanetini, tam nikâh masasında telefonuna gelen o görüntüyü aklından silmek zor oluyordu.

Gitarın sesi rüzgârla Yeşim'in kulağına kadar geldi. Kız, müzik sesi nereden geliyor diye soluna bakınca, Serdar'ı gördü. Alnına düşen kumral perçemleri rüzgarla uçuşuyor, kederli kederli çalıyordu. Yanında da köpeği oturmuş dinliyordu.

"Ben bu ikisini daha önce nerede gördüm?..."

deyince, o yağmurlu günü hatırladı. Bu ikinci karşılaşmalarıydı. Delikanlının yıllar önce göle attığı çocukluk aşkı Serdar olduğunu tahmin bile edemezdi. Serdar da resim yapan güzel kızın vaktiyle yatak döşek yatmasına sebep olan yaramaz Yeşim olduğunu bilemezdi.

Arada göz ucuyla birbirlerine baktılar, sonra önce Yeşim defterini aldı ve annesi merak etmesin diye yola koyuldu. Serdar bir süre daha gitar çaldı ve kız gidince sanki manzaranın tadı kaçmış gibi o da gitti. Yine aksi yönlere gitmişlerdi. Kader ne zaman yollarını kesiştirecekti bakalım.

BİRKAÇ GÜN SONRA



Salı günü Yeşim, sınava çalışıyordu. Madenden ayrılmıştı ve annesi başına bir şey gelmeden işi bıraktığı için çok mutlu olmuştu. Kahvaltıda annesinin deyimiyle "pambık" gibi sıcacık pişi, peynir, zeytin, çilek reçeli ve ince belli bardaklarda, kaynar kaynar çaydan oluşan güzel bir kahvaltı yapmışlardı. Ama Hüseyin'in ve Burakcan'ın yokluğu boğazlarının düğüm düğüm olmasına neden oluyordu. Ana - kız, birbirlerini üzmemek için mutlu taklidi yapıyor, dayanmaya çalışıyorlardı. En zoru mezarlık ziyaretleriydi. Şirket, baba ve oğul için mermer mezar yaptırdığı için minnettardılar. Birlikte gidip suluyor, çiçek dikiyor, onlarla konuşuyor, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle dönüyorlardı. Çok zordu kabullenmek.

Kahvaltı sonrası, saat 09.30 olduğunda, Sarman, test çözen kızın kucağında uyuyordu.

" Aşağıdaki cümlelerin hangisinde düzeltme işareti yanlış kullanılmıştır? Hmmm...a değil, b değil, c! Bu da tamam. Anne, Sarman'a baksana nasıl da mışıl mışıl uyuyor".

"Böyle güzel annem olsa ben de uyurum kucağında."

"Ya anne, ben güzel değilim ki..."

"He kızım, he, çirkinsin. Kimseler almaz seni evde kalırsın."

"Yaaa...."

"E, kızım ne diyeyim? Aaa!"

O sırada kapı çaldı. Yeşim'in yüzüne öfkeyle karışık bir gölge yerleşti.

"Kim ki bu saatte? Yoksa yine.....?"

Annesi, kızının içinden geçeni anlamıştı.

"Gelmez kızım, niye gelsin? Ne yüzle gelecek?"

diyen annesi kapıyı açtı. Karşısında başında kasket, çarpık gülümsemeli ve omzunda kocaman bir televizyon kamerası tutan bir gençle burun buruna geldi. Evlerinin önünde beyaz bir minibüs vardı. Şoför koltuğunda da yine bir adam oturuyordu.

"Merhaba hanımefendi. Biz Yeşim hanımla röportaj yapmak için geldik. Evde mi kendisi?"

"E...evde ama....?"

Yeşim konuşmaları duymuştu. Sarman'ı uyandırmadan, yavaşça sedire koyup annesinin yanına geldi. Adam, kızı görünce yine çarpık çarpık sırıttı.

"Merhaba Yeşim hanım, nasılsınız? Sizinle röportaj yapmak istiyorduk. Bu arada röportaj için kanalımız size 10.000 lira ödeyecek. Ne dersiniz?"

"10.000 lira mı?"

"Evet."

Kız, annesine döndü. Gözleri gülüyordu. Hayatında 10.000 lirayı bir arada görmemişlerdi.

"Anne? Harika bu! Değil mi?" diyen Yeşim, adama döndü:

"Şey,  yalnız ben artık madende çalışmıyorum. Ayrıldım. Bir sürü iş teklifi geldi. Annem zaten çok korkuyordu. Onlardan birini kabul edeceğim."

" Hayırlı olsun Yeşim Hanım, bizim için fark etmez. Sonuçta şu güne kadar madende çalıştınız hem de gencecik bir kız olarak. Bu müthiş bir şey. Herkes sizi konuşuyor. Kanalımızda da röportajınız yayınlanınca iyice ünlü olacaksınız."

"Anne! Evet de lütfen..."

"Bilmem ki kızım...?"

Fatma' nın gözü adamı hiç tutmamıştı. Kamerayı tutan kolunda engerek dövmesi vardı, kolunu hareket ettirdikçe, engerek de sahici gibi kımıldıyordu, ürperdi, tüyleri diken diken oldu, içinde tuhaf bir şey vardı.

"Anne ya, bilmeyecek ne var?"

Annesi de istemeye istemeye

"Peki kızım, madem çok istiyorsun."

deyince, Yeşim de, adam da çok sevindi. Kız, 

"Biraz bekleyin üstümü değişip geliyorum." diyerek içeri gitti.

"Bekliyoruz Yeşim hanım."

Az sonra Yeşim, baretini taktı, çizmelerini ve tulumunu giydi. Adamla birlikte beyaz minibüse bindiler. Heyecandan cep telefonunu kedinin yanında bırakmıştı.

"Hadi anne, görüşürüz."

"Şey, ne kadar sürer bu çekim evladım?"

"En fazla bir saate biter hanımefendi."

" İyi, çok değilmiş. Haydi selametle kızım."

Yeşim sevinçle annesine el salladı. Beyaz minibüs, toprak yolda arkasında büyük bir toz bulutu bırakıp giderken, Fatma çok tedirgindi. İçinde sebebini bilmediği bir sıkıntı vardı. Araç gözden kaybolana kadar yola baktı.

Araçta giderken, adam Yeşim'e döndü:

"Sahi Yeşim hanım, sizin çalıştığınız madene uğradık ama bize bir sürü formalite çıkardılar, şunu imzala, bunu imzala, giysilerinizi değişin, uğraşmak istemedik çünkü vaktimiz az, uçağa yetişeceğiz yine İstanbul'a dönmemiz gerekiyor. O yüzden sorduk soruşturduk kullanılmayan eski bir madende çekim yapacağız sizinle."

"Anladım."

"Zaten seyirciler başka madencileri değil sizi görmek isteyeceklerdir. Birkaç poz çekeceğiz, ben size birkaç soru soracağım, işte gününüz nasıl geçiyor, çok yoruluyor musunuz filan? Gelecekle ilgili planlarınız nedir? Zor sorular değil, merak etmeyin...."

"Tamam..."

Yirmi dakika sonra, yıllardır kullanılmayan eski bir maden ocağına geldiler.

"Yeşim hanım, şöyle ilerleyelim, karanlık olsun ki, madende olduğumuz belli olsun."

Yeşim'in ayağı bir şeye takıldı. Bu bir kazmaydı. Eğilip kazmayı aldı.

"Aa! Kazmaymış! Kim bilir kaç yıl önce burada unutulmuş? İyi oldu, Bu da elimde dursun, daha inandırıcı olur. Dikkat edin; rahmetli babam söylemişti böyle eski madenlerde açık kuyular olabilir. Bakın bir tane burada var. Bakın hemen şurada."

" Sahi mi? Bakabilir miyiz?"

"Tabii ama çok yaklaşmayın. Bayağı derin! Bakın şurada."

Yeşim, adamlara kuyuyu gösterirken, arkasından iki el tüm gücüyle kızı itti. Kız, zifir karanlık kuyuya düşerken sadece

"Aaaaahhhh!"

diyebildi, gövdesinin, elindeki kazmanın ve baretin yere çarpma seslerinden sonra çıt çıkmadı. Tam bir sessizlik vardı.

Yılan dövmeli adam güldü.

"Sesi çıkmıyor öldü herhalde."

Ölmese de buradan çıkamaz, tırmanması imkânsız. Bağırsa kimse duymaz. Kimsenin onu burada aramak aklına gelmez. Annesi her zamanki çalıştığı madene gittiğimizi sanıyor."

"Haklısın. Hadi tüyelim."

Son hızla oradan uzaklaştılar. Otobana vardılar. Arkadaşı, direksiyonda oturana seslendi.

"Yav, şu dövmeni sildir yahu! Kıpraştıkça, ödüm kopuyor!"

Direksiyondaki sırıttı. İnadına sağ kolundaki dövmeyi adama doğru tuttu. Bir yandan da gözünü yoldan ayırmamaya çalışıyordu.

"Tıssssss!"

"Yav git ya! Valla Çetin reise söyleyeceğim, bir dahaki sefere başkasını bulsunlar yerime. Ya da uzun kollu bir şey giy. Görmeyeyim şu lanet dövmeyi."

"Hahahahahaha!..."

"Tısssss!..."

"Ya! S.....tir! Benim fobim var oğlum."

"Hahahahaha. Tamam, tamam. Kızma."

Biri ofidiyofobiden muzdarip, iki tetikçi, hızla oradan uzaklaşırken, Fatma, saate bakıyor ve "Nerede kaldı bu televizyoncular? Bir saate geleceklerdi hani? Çekim mi uzadı acaba? Allah'ım hayırlara nasip eyle....offf... " diyor, yerinde oturamıyor, kalkıyor, avluya, bahçeye çıkıyor, yolu gözlüyor, her motor sesinde yerinden fırlıyordu.

Devam edecek...

Yazan: Müjde Dural
Not: Hikayedeki isimlerin, kişilerin, kurumların gerçek kişilerle ilgisi yoktur. İsim benzerliğidir. Kurgudur.

(Arkadaşlar çok ayrıntılı düzeltme yapmadan paylaştım kusura bakmayın, isim karışıklığı (önceki isimleri değiştirdiğim için), vs. hatalar olursa söyleyin. Benim gözümden kaçabiliyor.

4 yorum:

  1. Merhabalar.
    Bölümün tamamını okumasına okudum ama, Yeşim ve annesi Fatma ile ilgili zor günler başlıyor galiba. Yeşim mafyanın adamları tarafından kuyuya itilince aklıma hemen Kur'an'da ki Hz. Yusuf kıssası geldi. Her sene kanal 7'de yayımlanır, ben de bıkıp usanmadan her yıl izlerim.
    Yazınızda sehven "mafia" olarak yer alan kelimenin doğru yazılışı "mafya" olacakmış. Ben de TDK'dan bakıp kontrol ettim.
    Kaleminize, emeğinize ve gönlünüze sağlıklar dilerim.
    Bir sonraki bölümde buluşmak üzere, her şey gönlünüzce olsun.
    Selam ve saygılarımla.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba Recep Abi,
      Bu bölüm biraz uzun oldu. Buna rağmen okuduğunuz için eksik olmayın. Maalesef öyle zor günler başlıyor. A! Sahi öyle bir hikaye vardı değil mi? Duymuştum ama yıllar oldu konusunu unuttum. A! Tamam, hemen düzeltirim. Doğru ya, ben İngilizce yazılışıyla yazmışım. İyi ki, kontrol etmişsiniz.
      Güzel yorumunuza çok teşekkür ediyorum.
      Sizin de her şey gönlünüzce olsun.
      Selamlar, saygılar.

      Sil
  2. zerrin çetin serdar yeşim kiralık katiller :) bol gerilimli bölüm olduuuu :) güzeeel :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beğenmene sevindim deeptoncum, güzel yorum için de
      çok teşekkür ediyorum. ♥

      Sil