20 Eylül 2025 Cumartesi

NE KADAR KAPANSANIZ KÂFİ GELMEZ

 



Bu ülkenin geçmişinde "Yemeni Bağlamış Telli Başına" türküsündeki gibi allı, güllü  yemeniler, Selvi Boylum, Al Yazmalım'daki gibi kenarları oyalı, allı, güllü yazmalar vardı ve iki örgü saçlarını açıkta bırakırdı kadınlar. Ne zaman ki, Şule isimli, Fetöcüler yani tarikatçılar, Hristiyan misyonerler tarafından beyni yıkanan bir kadın çıktı. Fetö'nün "dinler arası diyalog" zırvasın paralel rahibe tarzı türbanı icat etti. Erbakan'lı günlerdi o günler. Ben 17 yaşında filandım. Yaz günü olmasına rağmen sokaklarda yerlere kadar pardösülü, saçları türbanlı kızlar hatta çarşaflılar tek, tük belirdi. Artık gencecik kızlar, yaşlı teyzeler, kocakarılar gibi giyiniyor; bebek kundağı ya da sargı bezleriyle sarılıp sarmalanıyorlardı. Böyle olunca anında 20 yaş ihtiyar gözüküyorlardı. 

Geçenlerde Çarpıntı dizisinde izlediğim oyuncu (ismini bilmiyorum) buna en iyi örnekti.

Kızılcık Şerbeti dizisinde rol icabı kapalıydı. Nine gibiydi. Çarpıntı'da açık haliyle görünce tanıyamadım. Genç, güzel bir kadın. Başka biri sandım ama "Ya, ben bu kadını bir yerden tanıyorum. Aaa! Bu o!" dedim.

İki kadın da aynı kadın.  YouTube'da diziyi açarak oradan fotoğrafını çektim. İnternetten almadım. Yani bir fotoşop filan yok. Zaten öyle şeylerden anlamam. İşte aradaki fark:


Bu öyle bir şey ki, yaratıcımız kadınlara "Çirkinleşin" demiş oluyor. Çünkü kapanınca kadınlar gençleşmiyor, güzelleşmiyorlar. E, Tanrı'mızın kadınlara gıcığı mı var? Ya da sapık erkekler yüzünden kadınlar niye kendilerini yaşlandırarak cezalandırsın? Hayat kısa; insan bu hayatta bir kez genç oluyor, bir daha istese de 20'li, 30'lu yaşlara dönemiyor. İnsanlar azıcık genç görüneyim diye kozmetik sektörüne, doktorlara, kliniklere servet ödüyorlar. 20'sinde niye kocakarı gibi giyinsinler? Kaldı ki, ne kadar kapansalar kâfi gelmez; bu işler türbanla başlar, burkaya gider. Afganistan'da öyle oldu.   

Buna rağmen ne kadar kapanırsanız kapanın, dinciler için yeterince kapanmış sayılmazsınız. Alnını görür alnından tahrik olur. Elini görür elinden tahrik olur; yaz günü eldiven giymeni ister, topuklu ayakkabının sesinden tahrik olur, filmlerdeki kız kurusu mürebbiye gibi erkek ayakkabısına benzeyen siyah, çirkin, düz ayakkabıyla dolaşmanı emreder.

Bir dinci için, bir kadın asla yeterince kapanmaz. 

Türban konusunu ameliyat masasına yatırdığım kadın - saç - türban yazımı da okumadıysanız naçizane okumanızı öneririm. Sağda hikayelerim ve yazılarım bölümünde var. Tıklayınca açılır.

 

16 Eylül 2025 Salı

DELİ BATTAL


Öğrenmekte çok geç kaldığım bir bilgiyi sizlerle de paylaşmak istedim. Başka bir yazarın emeğine saygısızlık olmaması için, hikayeyi daha doğrusu yaşanmış anıyı kopyala - yapıştır yapmadım. Altta linke tıklarsanız detaylı ve çok güzel anlatımlı şekliyle okursunuz. Ben kısaca özetleyeceğim.


Deli Battal, ülkemizin işgal yıllarında, Afyonkarahisar'da Emirdağ ilçesinde yaşayan, gariban biriymiş. Biraz aklı kıt olduğundan herkes "Deli Battal" dermiş. 

Kurtuluş filminde de izlemiştim. Osmanlı, o kadar yoksul bir ülke bırakmış ki, Kuvay-ı Milliye'de savaşacak askerimizin ayağındaki çorap delik, çarık delikmiş! Doğru dürüst ayakkabı, potin, çizme alacak paraları yok ki...Mustafa Kemal paşa emir vermiş:

"Askerlerimiz için her evden bir kat çamaşır, yün çorap verilecek"

 diye.  

O arada 

"Düşman Emirdağ'a yaklaşıyor!" 

diye de duyulmuş. Köyde eli silah tutan erkekleri askere yazmaya başlamışlar. Genç, yaşlı köylü kadınlar, kasabalı kadınlar askerler için yün çoraplar örmeye başlamışlar. Toplanan çamaşırlar, çoraplar askerlerimize ulaştırılmış. Deli Battal bunları görünce, kadınlardan sabun isteyip çoraplarını yıkamış, çarığını ve yıkadığı çorabını götürüp vermiş.

Sonradan heykelini dikmişler. Bir elinde çorabı, bir elinde çarığı ile. 


Kaynak: Emirdağ.gen.tr


14 Eylül 2025 Pazar

TURP SIKINIZ, LİMON SIKINIZ


Dün akşam tesadüfen sosyal medyada (Twitter'da) altta tırnak içine aldığım bir paylaşıma rastladım. Doğru olduğu ne malum?" diyeceksiniz. Yüzde yüz doğruluğuna eminim. (Adam, siyasal dinci, akp'li vs. değil çünkü. )

"Küçükken popomda çıkan çıbanlar geçsin diye önce hocaya okutmuşlar, sonra ebeme kurşun döktürmüşler, yine olmayınca yatıra götürmüşler. Artık ağrıdan ve irinden bayılınca mecburen hastaneye götürdükleri için birkaç gün içinde iyileşmişim. Sarılık olduğumda kendi idrarımı içirmişler, ishal olduğumda bağırsaklarım kurusun diye su vermemişler. Öleyim diye epey uğraşmışlar ama bu çabadan sağ kurtulmuşum. Anadolu'da kaç çocuk bu tür bilinçsiz cinayet girişimine maruz kaldı kim bilir."


Twitter'daki paylaşım bu kadardı. Şimdi ben de kendi birebir yaşadığım şeyleri hatırladım. İlkokuldaydım, o kadar küçüktüm yani...yine de hatırlıyorum: Annemle, babama birisi (kim adını da söylemişlerdi ama onca yıldan sonra hatırlamıyorum)


"Acı kavun diye bir şey var, aktarda satılıyor bunu yiyin,  soğuk algınlığı, nezle, grip anında geçiyor"


mu ne demiş. Tabii tam cümlelerini yıllar sonra hatırlamıyorum ama hiç unutmadığım şey annemle, babam bu acı kavundan yemişler. Adam kendi eliyle mi vermiş, babam aktardan mı almış onu da hatırlamıyorum. Şimdi düşününce acaba annemi, babamı öldürmek mi istedi diye düşünmeden edemiyorum. (Olur mu, olur. Belki çekemiyordu. Neler okuyoruz, akraba, akrabaya neler yapıyor!)Günlerce konuşamadılar! Doktor azarlamış


"Cahil biri yapsa....siz nasıl bunu yaptınız?"


diye. Bir şey mi isteyecek annemin şöyle sesler çıkıyordu ağzından.


"Lo, lo, lo ...lo...lo...lo..lo.."


Çocuğum hiç unutmadım. Şaşkın, üzgün ne yapacağız bilemiyorduk. Küçük kardeşim doğmuş muydu?Var mıydı, yok muydu? Hatırlamıyorum. Yoksa, 1966'dan öncedir. Yani 5, 6 yaşındayım. Ölebilirlermiş! (O yaşta anasız, babasız kalacaktık. ) neyse kurtuldular.


Çok daha önce de daha ilkokula gitmiyorum çünkü Erzurum'dayız...abim (bisikletten düştü diye oldu derdi annem) sara yani epilepsi olmuş. Onda da hocalara gidildiğini, muskalar filan yazıldığını hatırlıyorum ama neyse ki, doktora gitmişler, epey ilaç kullanınca tamamen geçmişti. Bir daha da abimin sarası nüksetmedi. Demek ki, doktor iyi bir ilaç vermiş.


Demem o ki, insanlar okumuş olsalar bile, dinler öyle bela bir şeydir ki, başınıza her türlü iş çıkarabilirler. Lütfen, hasta olunca doktora gidiniz. Üfürükçüye, muskacıya değil. Bilim varken, dinlere turp sıkınız, limon sıkınız. 😂😂😂😂


12 Eylül 2025 Cuma

SALİH BOZOK'un BİR ANISI

SALİH BOZOK' un HATIRASI

Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir’de geçireceği ilk geceyi yaşıyordu. Zengin bir sofra hazırlandığı halde, ufak tefekle karnını doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah, erkenden uyandık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik. Vali, İngiliz konsolosuyla konuşuyordu. Biz gelince, ayağa kalktı ve konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos iyi Türkçe biliyordu. Paşa, Vali’ye sordu:

-Konu nedir?

Vali anlattı:

-Sayın Konsolos, İngiliz tebası vatandaşlarla Rum ve Ermeni azınlığın güven altında olup olmadığından endişeleniyorlar. Kendilerine herkesin güven altında olduğunu bildirdim.

Mustafa Kemâl Paşa, Konsolosun Türkçe bildiğini biliyordu. Buna rağmen kendisine Vali’yi muhatap aldı:

-Ee, peki daha ne istiyormuş.

Bu soruya Konsolos Türkçe cevap verdi:

-Tebamız için Hükümetinizden yazılı teminat istiyorum.

Mustafa Kemâl Paşa:

-Ne yani, Yunanlılar zamanında siz, tebanızı daha emniyette mi görüyordunuz?

Konsolos kasılarak:

-Evet, dedi. Yunanlılar buradayken tebamızı daha emniyette görüyorduk.

-O halde buyurun tebanız ile birlikte Yunanistan’a gidin efendim.

Konsolos:

-Yani majestelerinin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?

Mustafa Kemâl Paşa:

-Siz kiminle. neyi konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben, Millet Meclisinin Başkanı ve Türk Orduları Başkumandanıyım. Savaş açmaya da barış yapmaya da tam yetkiliyim. Peki siz kimsiniz? Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmelerini yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa (eliyle kapıyı gösterdi) buyurunuz dışarıya, efendim!

Konsolos, Mustafa Kemâl Paşa’nın son sözü üzerine sapsarı kesildi ve tek kelime söylemeden kapıdan çıktı, gitti.
Mustafa Kemâl Paşa, adamın arkasından Vali’ye döndü:

-Bunlara yüz vermeyin Vali bey! Bir donanma önünde pısacak, bir blöf karşısında yelkenleri suya indirecek bir devletçik sanıyorlar bizi. Küstahlık derecesine bakın, Barut kokan bir odada adamın sorduğu şeye bak! Savaş halinde değiliz sanki. Bana savaş mı açıyorsunuz, diye soruyor!

Birkaç saat sonra, İngiliz donanma kumandanı Hükümet konağının kapısından girerek, Mustafa Kemâl Paşa’nın odasına yöneldi. Nazik fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref kendisine ne istediğini sordu.

-Başkumandan Mustafa Kemâl Paşa ile görüşmek istiyorum.

Birlikte odaya girdiler, kapı kapandı.

Amiral:

-Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale’deki başarınızın rastlantıya borçlu olmadığınızı kanıtladınız. Büyük bir askerle tanıştığım için memnunum, diyerek övgüler yağdırmaya başladı.

Paşa, bıkkın bir sesle:

-Bunları geçin Amiral. Çok işimiz var. Asıl konuya gelin... dedi.

Amiral bu tavır karşısında bocalıyarak konuya girdi:

-İzmir’de tebamız ve sizin azınlıklarınız. Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir. Güvende midirler?

Paşa :

-Hiç kuşkunuz olmasın Amiral, tebanız ve azınlıklar Hükümetimizin koruması altındadır. Suç işlemeyenler, kendilerini güvende sayabilirler.

-Peki suç işleyenler?

Paşa:

-Suç işleyenler sayın Amiral, muhtemelen ülkenizde olduğu gibi adaletin huzuruna çıkarılır. Suçlu olanlar cezalarını çeker.

-Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumlar, şımarıklık yapmış ola-bilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığıyla yüz yüzedir. Ermenileri biliyorsunuz büyük bir toplumu göçe zorlandı ve önemli bölümü hayatlarını kaybetti. Bu ruh haliyle Yunan ordusu ile işbirliği yapmış bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır, bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kişiler halkın husumetine bırakılırsa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır.
Son cümleye kadar amirali sakince dinleyen Mustafa Kemâl Paşa “dünyanın koparacağı gürültü” ile tehdit edilince amiralin sözünü kesti:

-Üstünlük pozunuzu derhal bir yana koyunuz. Tehdit etmekten de vazgeçiniz. İngiltere ve müttefiklerin kıyamet koparıp koparmayacağını düşünmem bile. Bunlar memleketin dahili işleri ve de sizin bu işlere karışmanıza müsaade etmem. Majestelerinin devleti bizim azınlıklarla uğraşmaktan vazgeçsin.. Kim ki bize saygı beslemez, bizden de saygı beklemeye hakkı olmaz.

Amiralin yüzü bembeyaz oldu.

-İngiliz Hükümetinin tebasını her yerde koruma hakkı devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz.

Paşa:

-Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen cesetlerini herhalde görmüş olmalısınız. Ordumuz asayişi sağlamıştır. İzmir limanını donanmanıza kapatıyorum. İsterseniz tebanızı gemilerinize doldurabilirsiniz. Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum.

Sert sözler karşısında amiral ne yapacağını şaşırdı:

-İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?

Paşa:

Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr antlaşmasının halen yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırtıp attık. Karşımda serbestçe oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz. Fakat, nezaketimizi kötüye kullanmanıza müsaade etmem. Şu anda hukuken “barış antlaşması yapmamış iki devletiz. Savaş hukuku halen yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size tekrar ve son defa ihtar ediyorum.
Bir balmumu heykeline döndü Amiral. Sert adımlarla girdiği Mustafa Kemâl Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek:

“Affedersiniz”,dedi. Yerlere kadar eğilerek geri geri gidip dışarı çıktı.

İngiliz ve Fransızlar kendi uyruklarını gemilere bindirmeye başladılar. Birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler.


Salih Bozok


Bu anıyı, "İngilizler neden tek kurşun atmadan İstanbul'u terk etti?" isimli yazıma da ekledim. Dincilerin (dindarların değil, gerçek Müslümanların değil; çünkü gerçek Müslümanlar Atatürk'ü severler) böyle bir iftirası var. O yazımı da okuyabilirsiniz. 

8 Eylül 2025 Pazartesi

DEİST, DEİST DUA ETTİM


Çok değil; on iki yıl önce Fetö'den medet umuyordu. 

Şimdi, narko-terörist pkakalı katilden medet umuyor!

Tek duam; ölmeden kendisinin ve yıkım ekibinin yargılandığını görmek.

Amin.




3 Eylül 2025 Çarşamba

YEŞİM (ROMAN) 25. Bölüm


Müşkinaz’ın hıçkırıkları evin duvarlarına çarpıp yankılanıyordu; kolay değildi, kırk yıllık hayat arkadaşını toprağa vermek. Aile, yaşlı kadını nasıl teselli edeceğini bilemez halde suskunken, kimse bunun bir cinayet olduğunu fark etmemişti. Herkes zavallı bahçıvanın kalpten gittiğini sanıyordu. Ancak 112 ambulansındaki paramedik, hastaneye götürülüp otopsi yapılacağını söylediğinde Zerrin’in yüzü bir anda kâğıt gibi bembeyaz kesildi. Gözleri boşluğa kilitlendi, ellerinin titremesini annesinden gizlemek için kucağında sıktı.

İçinden

"Bittim ben! Allah'ım keşke ölsem!"

diyordu ki, saat o arada yedi olmuştu ve Yeşim'in garip kaçırılma vakasını çözmesi için tutulan özel dedektif Feridun Tunaoğlu'nun külüstür arabası bahçe kapısından içeri girdi. Metin Haznedaroğlu, eşinin eski gönül ağrısından bir kızının olduğunu öğrenmesini istemiyordu; öğrenirse kıyamet kopartırdı o yüzden dedektifi iş konusunda danıştığı bir avukat olarak tanıtmıştı. Feridun, 112 ambulansı ve yanında duran Metin'i görünce hemen inip; adamın yanına gitti.

" Metin bey günaydın. Kötü bir zamanda geldim galiba. Biri mi hastalandı?"

"Sormayın Feridun bey, bizim bahçıvan...ee, uykusunda ölmüş zavallı. Kalbi vardı. Yaşlıydı da. "

" Vah! Vah! Çok üzüldüm. Başınız sağolsun. "

"Dostlar sağolsun. Eeee.... Feridun bey, sizi gelişmelerden haberdar etmek için çağırmıştım. Kızım, şu anda benim eski ortağım ve dostumun evinde kalıyor. Adresini size atarım. Orada güvenli olacak. Babası yıllar önce ortağımın yani Kerem Bey'in hayatını kurtarmıştı. O yüzden  hem kızım, hem de annesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Çok iyi insanlardır, içim rahat. Tabii gizli tutuyorum benim evdekilerden. Başımın etini yerler yoksa. Eee, bugün bunları uzun uzun konuşacaktım sizinle, gelişme var mı diye soracaktım ki, bu kötü olay oldu. Şey, kusura bakmayın, Müşkinaz hanıma yardımcı olayım, cenaze işlerini hallettikten sonra ben sizi arayayım. Eşim şüphelenmesin. Daha önce dediğim gibi bir kızım olduğunu bilmiyor."

Feridun, "Tabii ki..." diyerek tekrar arabasına bindi. Gerisin geri güvenlik kulübesinin yanındaki uzun demir parmaklıklı büyük bahçe kapısından çıktı. Az gidince motoru durdurdu. Lüle taşı piposunu yaktı. İçine çekti; derin bir nefes verdi. Cep telefonuna mesaj geldi. Baktı. Yeşim'in kaldığı evin adresiydi.

Sonra da ilk ipucu olan engerek yılanı dövmesi için İstanbul'daki tüm dövme salonlarını tek tek dolaştı. Sonunda Fatma'nın tarifine uyan üç kişi buldu. Sevilmeyen bir canlı türü olduğundan pek tercih edilen bir dövme olmaması işini kolaylaştırmıştı. 

Bir tanesi mor saçlı, burnu hızmalı, boynuna köpek tasması gibi kocaman zincirler takmış, deri giysili Punkçu bir genç kızdı. Onu eledi. Diğer ikisi erkekti. Dövmeci, her şeyin kitabını, kaydını tutan biriydi. Engerek dövmeli erkeklerden ikisinin de hangi gün dövme yaptırdıklarını hemen bulup çıkarttı. Sonra da o güne ait kamera kayıtlarına bakarak iki erkeğin de görüntülerini kopyaladı ve Yeşim'in kaldığı eve doğru yola çıktı.

Dedektif bunlarla uğraşırken, Yeşim ve annesi pazar günü herkes evde olduğundan aileyle güzel güzel kahvaltılarını yapmışlar, salonda oturmuş sohbet ediyorlardı. Yeşim arada Serdar'a göz ucuyla bakıyordu. Sonunda cesaretini topladı:

"Serdar, biliyor musun ben seni Soma'da iki kez gördüm aslında ama senin sen olduğunu bilmiyordum."

Delikanlı kaşlarını kaldırdı

"A! Gerçekten mi?"

"Hı...hı...bir seferinde böyle göğün dibi delinmiş gibi şakır şakır yağmur yağıyordu, ben de şemsiyesizdim bir dükkanın tentesinin altında yağmurun biraz dinmesini bekliyordum; baktım sen elinde Luke, sırtında gitar."

"A! Hatırlıyorum o günü. Luke, silkinip seni ıslatmıştı! Çok mahcup olmuştum."

Herkes şaşırdı. Yeşim devam etti.

"Bir gün de gölün orada resim yapıyordum ki, sen tahta iskelede yanında Luke, gitar çalıyordun."

"O kız sen miydin?"

Bu sefer şaşırma sırası Yeşim'deydi.

"Sen de beni gördün mü?"

"Tabii ki, senden başka kimse yoktu. Fazla bakmamaya çalıştım hani ayıp olmasın diye."

Serdar'ın annesi de 

"Aaa! Çok ilginç. Onca yıldan sonra ikiniz de kaç kez karşılaşmışsınız ama birbirinizin kim olduğunu bilmeden. Sonunda kader illa ki, ikinizi yine bir araya getirmiş."

deyince, Fatma;

"Valla ben de şaşırdım Aydan hanımcığım. " diyordu ki, lafına devam edemeden kapı çaldı ve Şenay, gelip

"Kerem bey, Feridun Tunaoğlu diye bir bey sizinle ve Yeşim hanımla görüşmek istiyor. Özel dedektifmiş. "

deyince Kerem,

"Buyursun kızım."

dedi.



Az sonra Feridun bey, içeri girdi. Fatma adamı hemen tanıdı. Diğerleriyle de tanışma faslından sonra dedektif kendisinden bir haber almak isteyen aile üyelerini ve Yeşim ile annesini merakta bırakmamak için lafa girdi.

"Fatma hanım, telefonumda kolunda yılan dövmesi olan iki erkek fotoğrafı var, hem sizin, hem de kızınızın iyice bakmasını istiyorum. O gün kapınıza gelen adamlardan biri mi?"

Feridun, ayağa kalkıp anne, kızın yanına geldi. Telefonundaki resimleri gösterdi. İlk resme bakan Yeşim ve Fatma başlarını "Hayır" anlamında salladılar.

"Yok! Bu değil. Hiç alakası yok."

İkinci resmi görünce ikisi de şok geçirdiler.

"İşte bu! Anne bu! Bu adam!"

Fatma da

"Evet! Evet! Bu o adam! Kızımı kaçıran buydu."

Bu işlere alışkın olan dedektif dışında odadaki herkes çok heyecanlandı.

"Hmm! Bu çok iyi oldu. Artık adamı yakalayıp adalete teslim etmek ve bu işin arkasında başkaları varsa kimler olduğunu öğrenmek kaldı. Vakit kaybetmeden işe koyulayım ben. İzninizle."

Fatma,

"Hemen polise söylesek, yakalasınlar şerefsizi. Kaçmasın bir yere."

deyince, dedektif

"Fatma hanım, bu adam büyük ihtimalle sadece bir tetikçi, maşa yani. Asıl ona bu emri kimin verdiğini, işin arkasında kimin olduğunu bulmamız lâzım. Hiçbir yere kaçamaz merak etmeyin. Benim adım da Feridun ise, hepsini hapse tıktıracağım."

" Doğru, siz de haklısınız. Allah razı olsun."

Feridun beye çok teşekkür ettiler ve adamı kapıya kadar uğurladılar. Sonra da heyecanla bu olayla ilgili konuşmaya başladılar. Yeşim'in niye kaçırıldığıyla ilgili olarak kimsenin aklına bir sebep gelmiyordu. Dedektif evden bahçeye adımını atar atmaz tekrar piposunu tüttürdü ve arabasına bindi. Artık adamın ismini biliyordu. Geriye yakalaması kalmıştı ki, en zevklisi de buydu. Feridun bu işten keyif alıyordu. Suçluları fare, kendisini kedi gibi hissediyordu. O giderken, Serdar Yeşim'e dönerek,

Kaynak: craiyon.com

"Bahçeyi gezmek ister misin Yeşim?"

diye sorarken yanağında sevimli çukurlar oluştu.

"İsterim. Hatta Sarman'ı da yavaş yavaş alıştırayım diyorum."

"Hadi o zaman onu da al gel. Luke kedileri çok sever."

Büyükler kendi aralarında bu kaçırılma işiyle ilgili konuşurken gençler bahçeye çıktılar. Sarman, çimenlere ve ağaçlara bayıldı. Bir o ağaca tırmanıyor, bir ötekine çıkıyordu, pofuduk kuyruğunu sevinçle sağa sola sallıyordu. Yeşim, manolyalara, çamlara, pembe çiçekli tanımadığı ağaçlara hayran kaldı. Ömründe ilk kez bu kadar güzel bir ev ve bahçe görüyordu. Ama asıl önemlisi çocukluk aşkıyla yan yana bu güzel bahçede dolaşıyor olmasıydı. Acaba bu bir rüya mıydı? Serdar gibi zengin ve yakışıklı bir genç onun gibi yoksul bir kıza bakmazdı ki. İçinden

"Hayal kurma aptal Yeşim. Vaktiyle baban babasının hayatını kurtardığı için sana yardım ediyorlar. Yoksa seninle ne işi olur ki Serdar gibi birinin? Televizyondaki dizilerdeki gibi full makyajlı, saçları kuaförden çıkmış, üstünde şık elbiseler, altında lüks araçlar olan kızlarla çıkar o. Seni ne yapsın?"

diye düşünürken farkında olmadan yüzü düştü ama Sarman'ın ağaçtaki serçelere gözlerini kısmış, çenesi titreyerek "ki- ki- ki- ki..." yaptığını görünce, iki genç gülmeye başladılar.

" Senin Sarman bizim bahçede serçe bırakmayacak gibi."

" Yok, yok, öyle kiki , kiki yapar ama tutamaz. Daha yavru."

25. Bölümün sonu


2 Eylül 2025 Salı

BU, BİLDİĞİN KÖTÜLÜK

 



Sevgili arkadaşlar, bu videoya bu sabah, Twitter (X)'da rastladım. Almanca bilmiyorum ama İngilizce alt yazı var. İngilizce alt yazıda gencin sözlerini ve soru soran kişinin sorularını İngilizce'ye çevirmişler şöyle:

 "Bir insan kendisine Müslüman'ım diyorsa, tüm dünyada şeriat istemelidir, ben Almanya'da kesinlikle şeriat istiyorum. Nasıl yapacaksın? Örnek ver diye sorunca da, çoğunluk olunca Almanya'yı işgal edeceğiz diyor. O şekilde devam ediyor. 

Tweet'in üstünde de şu açıklama yazılı:

" Çoğunluk olduğumuzda Almanya'yı zorla ele geçireceğiz. Alman yasaları yerine şeriat yasaları geçecek.  Bize karşı çıkan olursa, ona saldıracağız. Hristiyan ve Yahudiler ya din değiştirecekler; ya gidecekler."

Velhasıl, bu göçmenler kendi şeriatla yönetilen ülkelerinden memnun olmayıp, laik, Hristiyan, NOEL kutlanan, eşcinsellerin evlenebildiği, içkinin, domuz etinin haram olmadığı bir ülkeye gitmişler, güçlenince, sayıları artınca, çoğunluk olunca, suyunu içip, ekmeğini yedikleri, barınıp, zıbardıkları, işsizlik maaşı aldıkları ülkenin vatandaşlarını öldürmeyi ve yurtlarından sürmeyi planlıyorlarmış! 

Bu bildiğin kötülük arkadaşlar.

Şimdi Tayyipgiller, Afganistan'dan, Suriye'den, oradan, buradan şeriatçıları niye ülkeye dolduruyor anladınız mı?