21 Ocak 2025 Salı

PARA İSLAM'da :)

 



Benim arabam yok. O yüzden araba markasından, fiyatından anlamam. Sosyal medyada bu araba için yaklaşık 20 Milyon demişler. Onların yalancısıyım.

Bu cübbeli, takkeliler ne yapıyor da 20 milyonluk arabalarda geziyorlar bilmiyorum. Bunların fabrikaları mı var? Bir şey mi üretiyorlar? Koç, Sabancı, Hacı Şakir, baklavacı Güllüoğlu gibi dededen zenginler mi? Elon Musk gibi yazılımcı, Ajda Pekkan gibi yılların şarkıcısı, Hollywood ünlüsü mü? Nereden geliyor bu değirmenin suyu? Ülkenin örtülü ödeneğini mi talan ediyorlar? Devletin hazinesine mi çökmüşler? Ney?

Değilse, bu kadar büyük para sadece kokain işi, silah kaçakçılığı, insan kaçakçılığı ve fuhuş sektöründe var.

Yıllardır denir "Huzur İslam'da" diye. Bence huzur değil ama "PARA" İslam'da. 

20 Ocak 2025 Pazartesi

YEŞİM 7 (ROMAN)



Sadullah Emin'in Boğaz manzaralı malikanesinin büyük bahçesi, torunu Serdar'ın düğünü için özenle dekore edilmişti.

Pembe, mavi, siyah gece elbiseleri içindeki şık kadınlar, takım elbiseli beyler, organze kabarık etekleriyle prenses gibi ortada koşuşan sevimli kız çocuklarına kadar herkes hazırdı. Üniformalı kız ve erkek garsonlar masalara koşuşturuyordu. Epey pahalı gelinliğinin içindeki sarışın gelin yani Binnur ile damatlığı içinde Serdar ve bordo rengi cübbesiyle nikâh memuru ve iki şahit de yerlerini almıştı. Nikah memuru tam konuşmaya başlayacaktı ki, mikrofonda bir problem olduğu anlaşılınca, teknik ekipten bir genci beklemeye başladılar. Genç, bahçenin ta öteki ucundaydı koşa koşa o tarafa doğru gelmeye başladı ki, davetliler arasında olan ve askısız, kırmızı elbisesi içindeki Zerrin, yavaşça cep telefonunu eline aldı; yanındaki sandalyede oturan erkek kardeşi Aslan'a baktı, gözünü kırparak fısıldadı:

"Kodları girdim; füzeyi fırlatıyorum."

Kardeşi, masanın diğer yanında oturan annesi, babası duymasın diye eliyle ağzını kapatarak kikirdedi:

"Abla, sen CIA ajanı olmalıymışsın!"

"Şştt! Ne sandın ya? Yavaş konuş. Serdar'ı bu sarı çiyana kaptırır mıyım?"

"Merak etme abla ya, müziğin sesinden duymazlar. Hi,hi,hi."

Yıllar önce ailesine karşı çıkmaya cesaret edemeyip, Yeşim'in annesini karnında bebeğiyle ortada bırakan Metin Haznedaroğlu'nun ilk çocuğu olan Zerrin, gözlerini kısmıştı. Cep telefonunda bir tuşa bastı. Aynı anda müstakbel damadın telefonuna "Dink!" diye mesaj sesi geldi. Mikrofon arızası yüzünden teknisyeni beklediklerinden, Serdar belki son anda Amerika'dan gelecek olan arkadaşıdır diye bakmak istedi. Gördükleri karşısında kaşları çatıldı, yanağı seğiriyor, eli zangır zangır titriyordu, yüzüne ateş bastı ve sinirden kıpkırmızı oldu; herkese gülücükler dağıtan geline dönüp bağırarak sordu:

"Bu ne Allah'ın cezası?"

Tam o sırada teknisyen genç masaya geldi ancak, Serdar, yumruğunu masaya indirip

"Bu ne? Ne bu?"

diye tekrar bağırınca, ne yapacağını şaşırdı. Binnur, afalladı, nikah memuru, şahitler, gelinin ve damadın ailesi ve davetliler de öyle. Mutlu görünen tek kişi ateş kırmızısı dekolte elbisesi içindeki kısık gözlü, incecik dudaklı Zerrin'di.

Binnur, Serdar'ın elindeki cep telefonunu alıp baktı, göz bebekleri büyüdü. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyordu. Serdar ayağa kalkmıştı, gelin, damadın kolunu tutup haykırdı:

" Tuzak bu! Tuzak! Bana tuzak kurdular! Açıklayabilirim Serdar! Yemin ederim tuzak! Sana asla ihanet etmedim! "

Damat, kızın eli değilmiş de, engerek yılanı dokunmuş gibi kolunu hızla çekti. Kıza tiksinerek bakıp

"Seni tanıdığım güne lanet olsun!"

diyerek, masada duran telefonunu aldı, koşarak eve girdi. Annesi, babası ayağa kalktılar, tabii dünürler de. Davetliler ne olduğunu anlayamadılar. Nikah memuru ve şahitler birbirlerine baktılar. Teknisyen de hâlâ şaşkın orada öyle duruyordu. Gelinin annesi, elindeki yelpazeyle kendini ferahlatmaya çalışsa da bayıldı bayılacaktı,

Aslan, ablasına bakarak

"Oha! Abla ne yaptın atom mu attın?" diye sordu.

"Onun gibi bir şey. Sonra anlatırım. Binnur işi: The End yani "Son"

"Senden korkulur abla. Hi, hi, hi."

"Şşt! Gülme! Şaşırmış gibi yap. Annemler anlayacak!"

"Tamam, tamam. Gülmüyorum."

Bahçede, dünürler birbirine girmek üzereydi. Serdar'ın babası Kerem, mahcup mahcup Binnur'un babasına, annesine

"İnanın ne oldu biz de bilmiyoruz. Çok üzgünüm."

diyordu. Kızın annesi

"Benim güzel kızım bunu hak edecek ne yaptı? Serdar'a yazıklar olsun, hiç beklemezdik."

derken. Binnur'un ablası,

"Anne, Binnur gidiyor!"

deyince, kadın, eşine dönüp, "Koşalım, kaza filan yapmasın! Şoke oldu!"

deyince, topuklu ayakkabılarıyla uzun duvağına basıp düşmemeye çalışarak, bir eliyle duvağı tutarak araba park yerine koşan Binnur'un peşine düştüler. Beş katlı düğün pastası bir köşede boynu bükük duruyordu. Az sonra
bahçede sadece masaları, sandalyeleri toplayan organizasyon şirketinin çalışanları kalmıştı. Serdar'ın yatak odasının kapısının önünde endişeyle ayakta duran 80'ine yaklaşmış ama yaşına göre dinç olan dedesi, Alzheimer'ın ilk dönemlerinde olan babaannesi, annesi, babası, emektar yardımcıları, gümbürtüleri duyuyor ama kapı kilitli olduğu için bir şey yapamıyor, sesleniyorlardı.

"Oğlum! Ne olur, aç kapıyı? Ne oldu bir anlat bize!"

"Evladım yapma n'olur, gözünü seveyim aç kapıyı!"

"Kerem, çocuk kendine bir şey yapmasın, kapıyı kırsak mı?"

Tam o sırada kapı kendiliğinden açıldı ve Serdar dışarı çıktı.

"Ah! Oğlum!"

"Merak etmeyin, iyiyim, hırsımı aldım ama oda ....."

Genç, cümlesinin devamını getiremedi.


Babası, odaya bir göz attı, yastıklar, kitaplar, yerlerdeydi ama gitarın kırıldığını görünce çok üzüldü. Oğlunun o gitarı ne kadar çok sevdiğini biliyordu. Babasının nereye baktığını gören Serdar,

"O kız için değmezdi ama bir an kendimi kaybettim. Yenisini alırım artık."

dedi. 

Annesi,

"Oğlum ne oldu? Bize anlatmayacak mısın?"

deyince çocuk, cep telefonunu uzattı ve ikisi de görüntülerden sonra elleriyle ağızlarını kapattılar. Annesi

"Aman Tanrı'm! Yardım gecesinde bir kadın, 'Bu Binnur çok çapkındır' diye beni uyarmıştı ama çekemiyor, kıskanıyor sanmış, dinlememiştim meğer doğruymuş! Yazıklar olsun!"

dedi. Babası, sinirden bir şey diyemedi. Dudaklarını ısırmakla yetindi. Görüntüler, düğünden bir gün öncesine aitti ve tanımadıkları bir adam, ayakta durmuş, elindeki şampanya kadehini kaldırıp, bıyık altından gülerek

"Yarınki düğünün şerefine. Serdar damadımızı kıskanıyorum doğrusu."

diyerek bir de kahkaha attı. Hemen yanındaki yatakta yüzü gözükmeyen, saçı başı dağınık, gecelikli kız vardı. Kız, yüzünü kameraya çevirdi. Bu, Binnur'un ta kendisiydi, şaşkın şaşkın kameraya bakarken video bitti.

Serdar "Ya, ben bir süreliğine çiftlik evine gideyim, göl kıyısını özledim, kafamı dinlemeye ihtiyacım var."

Annesinin, babasının endişesi yüzlerinden okunuyordu. Kadıncağız

"Oğlum, bu halle araba kullanma"

dese de

"Merak etmeyin, hırsımı aldım, gayet dikkatli kullanacağım söz, baba Allah aşkına kendime bir şey filan da yapmam, değmez bu kız için. Ne hali varsa görsün."

O gece, Serdar, annesini, babasını bir şey yapmayacağına ikna etti ve valizini topladı, bilgisayarını, kulaklığını, sevdiği CD'leri ve üç yıl önce sokakta yavruyken bulup kurtardığı köpeği Luke'u alıp cipine binip Soma'daki çiftlik evine doğru yola çıktı. Annesi, babası Serdar'ın kendine bir şey yapmayacağına emindiler, öyle olsa Luke'u yanına almazdı diyorlardı. Ayrıca mantıklı, akıllı çocuktu. Tek evlatları olarak onlara öyle bir acı yaşatmazdı. Bencil değildi, kırıp, döküp hıncını almıştı. Geriye zamanla bu travmayı unutması kalacaktı. Zaman en iyi ilaçtır denir. Zamana ve oğullarının sağduyusuna güveniyorlardı.

"Nuriye ile kocasını arayalım da haber verelim, belki de iyi olur orada dursun bir süre. Gazeteciler de bilmez. Rahat eder. İkisi de çocukları gibi seviyorlar gözümüz arkada kalmaz."

dedi. Gerçekten de Nuriye ve kocası, Serdar'a doğduğu günden beri neredeyse teyzelik, amcalık etmişlerdi. Allah, ikisine evlat vermemiş, onlar da  "paşam" dedikleri çocuğu evlat gibi benimsemişlerdi. Geleceğini duyunca çok sevindiler ama düğün gününün kabusa dönüşmüş olmasına da çok üzüldüler. Hele Nuriye ,

"Neee? Vah! Vah! Boyu posu devrilesice! Ayağına kör mıh batasıca! Kepeği kesilesice! Oyum oyum oyulasıca da, soyum soyum soyulasıca, Serdarımızı üzdü ha? Utanmaz rezil kız!"

gibi yöresine ait beddualar edip durdu sonra da

"Merak etme hanımım, burada kendine gelir, gözümüz gibi bakarız. Hiç tasalanmayın. Ben paşama en sevdiği yemekleri yaparım. "

dedi. Böylece, şımarık, ruh hastası ( ne babası, ne anası kızlarının hastalığının ne kadar ileri derecede olduğunu bilmiyorlardı) Zerrin yüzünden, Binnur ve Serdar'ın düğünü skandalla bitti. 


Devam edecek...

Not: Bu hikayedeki kişi ve olayların, gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur, isim benzerliği ve tamamen kurgudur.


17 Ocak 2025 Cuma

E, HAYIRLI OLSUN :)

 


Bu haberi, sosyal medyada gördüm. Valla, ne diyeyim? Hayırlı, uğurlu olsun, müritleri bol olsun mu diyeyim? 😂😂😂😂

Şaka bir yana, ha gayret. Gün gelecek, tüm insanlar, tüm dinlerin bir tür psikolojik hastalık olduğunu anlayacaklar. Fetö yetmedi,  milyarlık otomobillerde gezen, miras için birbirini yiyen Menzilciler ve diğer tarikatlar da yetmiyor gibi. Birkaç yüzyıl daha geçmesi gerekiyor galiba dincilerin (dindarlar değil) dindar değil, riyakar, üçkağıtçı, paraya tapan tehlikeli kişiler olduklarını anlamaları için. 

E, kötü tabii, ben de üzgünüm sanmayın ki, dinlerin ve peygamberlerin akıl hastalığı olduğunu anlayınca üzülmedim. İnsan üzülüyor haliyle. O zaman ne yapıyoruz? Din, insanın vicdanıdır diyoruz ve yaşamaya devam ediyoruz. İyi insan olalım, merhametli olalım, sevgi dolu olalım, vicdanlı olalım, kimseye dininden, dinlere inanmadığından ötürü kötü gözle bakmayalım. Ne kadar dindar olduğunuzu da Allah aşkına biz insanlara değil; Allah'a gösterin yani arka sokakta cami varken, tutup caddenin ortasında ya da Bursa - İstanbul otobüsünde namaz kılmayın. :) 

 

14 Ocak 2025 Salı

YEŞİM 6 (ROMAN)

Fatma, oyuncak bebeği yine dolaba koydu; Yeşim, dershaneden dönmeden yemek yapmak için önce Perşembe pazarına gidip fasulye ve meyve alacaktı. Bir de makarna yaparım diyordu. Yanına da cacık. Adamcağız her gün kömür tozu soluyordu. O yüzden evlerinde yoğurt eksik olmazdı ki, yoğurdu da kendi elleriyle yapıyordu. Tekerlekli pazar çantasını, cüzdanını alıp dışarı çıktı. Yeşim'in en sevdiği kedisi olan daha üç aylık Sarman da her zamanki gibi kadına eşlik etti. Kâh kadının solundan, kâh sağından pıtı pıtı yürümeye bayılıyordu. Bayağı takip ediyordu. Kadıncağız 

"Sarman! Mübarek! İlla gelecen yine he?"

derken, halılarını yıkayan komşularına rastladı ve ayaküstü sohbet başladı:

"Kolay gelsin kızlar."

"Kolaysa başına gelsin! Pazara mı?"

Komşuları, ayaklar çıplak, kollar dirseklere kadar sıyrılmış, köpüklerden desenleri gözükmeyen bir halıyı fırçayla, bezle yıkıyordu. Üçü de kan, ter içinde kalmışlardı.

" He, sen gitmiyon mu?"

" Halılar bitsin de öyle. Seninki yine takılmış peşine. Ay! Tövbe tövbe, kedi değil insan ayol! "

"Öyledir Sarman oğlum. Benimle gelir teyzesi, benimle gider."

"Aha, ha, ha valla öyle, tövbe tövbe, hiç böyle kedi görmedim."

"Valla biz de bir tek bunda gördük, hadi kolay gelsin tekrar."

"Sağ ol, güle güle."

Fatma, kapısının önünde her daim kırmızı, mavi topların asılı olduğu bakkal Ahmet'in oraya gelince, Sarman orada durdu. Kadın gelene kadar orada bekleyecekti. Bu, sadık kedinin ritüeliydi. Bir saat sonra Fatma tıkır tıkır pazar çantasıyla bakkalın oraya gelince, Sarman da sevinerek yine onu karşıladı ve birlikte eve girdiler. Yeşim dershaneden, Burakcan da oyundan geldiğinde, ev taze fasulye kokuyordu ve birlikte öğle yemeği yediler. Yemekten sonra Fatma, bulaşıkları yıkamaya başlarken, Yeşim odasına, Burakcan ise okullar tatil olduğundan yine sokağa arkadaşlarının yanına gitti. 

***

Yeşil gözlerine herkesin hayran olduğu kız, odasını pırıl pırıl bulunca, annesine teşekkür etmek yerine,

"Anneee! Kitaplarımın, defterlerimin yerlerini değiştirmişsin, hiçbir şeyi yerinde bulamıyorum!"

deyince, Fatma,

"Aferin kızım! Aferin! Bir saat odanı temizliyeyim, eline sağlık anne diyeceğine bir de azarla!"  diye kızdı. Genç kız

"Ya anne! Ben öyle mi diyorum?" diye sorsa da, Fatma'dan bir ses gelmedi.

"Anne?"

Annesi yine cevap vermedi.

"Anne?"

Ses yine yoktu.

Yeşim, kadını gücendirdiğini anlayıp mutfağa gitti. Annesine, sarılıp, yanaklarına öpücükler kondurdu.

"Kız! Dur! Ellerim köpük köpük! Ah! Ah!"

"Ya anne yaa! Kızmadım de...seni çok seviyorum."

"Kızmadım, kızmadım kız sana kızar mıyım ben eşek sıpası? Hadi git bulaşık suyu sıçrayacak üstüne. "

Saatler çabucak geçti. Akşam, babaları kapkara yüzle gelip banyo yaptıktan sonra hep birlikte sofraya oturdular. En sevdiği şey babasından heyecanlı olayları dinlemek olan Burakcan, atıldı:

"Baba, hadi Emin amcayı nasıl kurtardığını anlat."

"Yine mi? Oğlum, 1200 kere anlattım."

deyince hepsi gülüştüler.

"Ya, yine anlat baba, çok heyecanlı. Hem çok güzel anlatıyosun."

Oğlanın pes etmeyeceğini bilen Hüseyin, bol naneli cacıktan bir kaşık aldıktan sonra

"Tamam peki..." deyince, çocuğun gözleri ışıldadı. Onları mutlu görmek Hüseyin'i de mutlu ediyordu, 3000 kere de anlatsa anlatırdı.


"Şimdi her zamanki gibi yerin 600 metre altında çalışıyoruz, patronumuz daha doğrusu madenin sahibi Emin Bey de gelmişti, çok iyi insandı, bir ihtiyacımız var mı, bir derdimiz var mı hep sorardı, baba adamdır, o arkadaşlarla konuşurken ben kendi çalıştığım galeriye gittim, hem kazma sallıyor hem beyaz giyme toz olur diye türkü söylüyordum ki, hafiften bir sarsıntı hissettik, ne oluyor demeye kalmadan daha büyük bir sarsıntıyla tavan çökünce, tünel kapandı, arkadaşlar bağırıyor, çağrıyor, taşlar, topraklar düşüyor, kafamızda baret var ama yine de korkuyoruz, sakin olmaya çalıştım, toz bulutu azalınca önümü görmeye başladım, arkadaşlar bu taraf kapanmamış koşun deyince o tarafa yöneldim, herkes can havliyle o yana kaçıyordu bir baktım Emin Bey yerde toprak altında yüzü koyun yatıyor sırtında kalaslar, bir bacağı sıkışmış ama yaşıyordu çok şükür. Emin Bey! Emin Bey! diye başladım toprakları, kaya parçalarını, kalası atmaya.

"Bırak beni kurtar kendini!"

demez mi? Bırakır mıyım hiç? Ben uğraşıyorum o "Bırak beni! Koş! Kurtar kendini! Daha genceciksin! Hadi kaç!" deyip, duruyor ama dinlemedim, sonunda adamcağızı çıkarttım, bacağı kırılmıştı, sırtladığım gibi oradan  çıktık, arkamdan bir gümbürtü bizim olduğumuz yerde göçtü. Yani Allah korudu."

"Aslan babam!"

"İnsanlık öldü mü oğlum. Tabii ki, yapacağız diğer arkadaşlar başka tarafta kalmıştı karanlıkta, toz, duman onu görmediler yoksa onlar da yapardı aynısını."

"Baba ben de madenci olmak istiyorum."

"Kaç kez konuştuk oğlum. Sen, okuyacaksın, üniversiteye gideceksin; maden mühendisi olacaksın."

"O zaman da madene inecek miyim peki?"

"Tabii. Maden mühendisleri de madende kazma sallamasa da ocağa inerler."

"Yaşasın!"

Burakcan, küçük ellerini yumruk yapıp, şampiyon gibi havaya kaldırıp salladı. Ağzı kulaklarındaydı. Hüseyin, cacığını bitirmişti. Ağzını peçeteyle silip

"Eline sağlık." dedi. Eşi,

"Afiyet olsun babası." diye cevapladı ve herkes sofradan kalktı. Fatma,  masayı toplamaya koyuldu. Yeşim de annesine yardım ederken, Hüseyin, her zamanki koltuğuna oturup; kumandayı alıp televizyonda kanallara bakmaya başladı. Burakcan da televizyon karşısına geçecekti ki, 

Fatma, kızdı:

"Burakcan, Yeşim, hadi siz derslerinize. Çalışmadan ne resim bölümü kazanılır, ne maden mühendisi olunur. Bak, ablanın bilgisayarında oyun neyim oynamak yok ha! Öğretmenin yaz tatili için bir ton ödev verdiğini biliyorum. Bütün gün top oynadı bu babası! Varsa yoksa top!" 

Hüseyin de kaşlarını çatıp; işaret parmağını sallayarak annesine destek olduğunu belirtince, çocuklar  "Tamam yaa!" deyip odalarına gittiler.  Yeşim, annesi aniden odaya girip suçüstü yakalamadan önce internette magazin haberlerine bakmak istedi. Her genç kız gibi artistlerin, dizi oyuncularının pırıltılı yaşamları ilgisini çekiyordu ki, okuduğu bir haberle yıllar önce buz gibi göle attığı Serdar'a rastlamaz mı? Fotoğrafta Serdar ve yanında röfleli sarışın bir genç kız vardı.

Haber şöyleydi:

"Eski maden işleri sendikası başkanı Sadullah Emin'in oğlu Serdar Emin, bu akşam sosyetenin tanınmış simalarından Sinem Korukçu ile evleniyor. Genç çiftin düğünü, Sadullah Bey'in malikânesinin bahçesinde yapılacak."

Yeşim, ilkokuldan sonra Serdar'ı ilk kez görüyordu. İçinden,

"Ne kadar değişmiş, çok yakışıklı olmuş, bal rengi gözleri ise aynı." dedi. Çocuğun,

"Anneeeee! Yeşim beni suya attı!" diye bağırışı gözünün önüne geldi. Gülmeye başladı.

"Demek sosyetik biriyle evleniyor. E, herhalde öyle olacak. Amaan! Bana ne! Allah mutlu etsin."

diyerek bilgisayarı kapattı. Yine de gözlerinden bir hüzün bulutu gelip geçti. Yeşim, "Allah mutlu etsin" demişti ama Manisa'dan yüzlerce kilometre uzakta, İstanbul'daki malikânenin güzelce ışıklandırılmış, süslenmiş bahçesindeki düğünde kimsenin beklemediği bir skandal patlamak üzereydi ve Serdar, en mutlu gününün kâbusa dönüşeceğini bilmiyordu.

Devam edecek...

NOT: Romandaki isimlerin gerçek kişilerle ilgisi yoktur, isim benzerliği ve kurgudur.

9 Ocak 2025 Perşembe

BİLGİ KİRLİLİĞİNDE KİME İNANACAĞIZ ?

İnternet hayatımıza girdikten sonra bilgi dezenformasyonu ya da bilgi kirliliği dediğimiz bir kavram da hayatımıza girdi. Yani yalan dolan, sahte, yanıltıcı, kandırıcı haberler. Bu bir psikolojik harp taktiğidir.  Belki sokaktaki her vatandaş bunun psikolojik savaş olduğunu bilmez ama tecrübeli askerler, asker yakınları, tarihçiler, siyasetçiler, gazeteciler, yazarlar bilir. Uzun yıllardan beri de her ülkede yapılır. Bizde de yapıldı. Yapılmaya devam edilecek. 

Sanatçılar hakkında çok yapılır. Filan dizi oyuncusunu, falanla yakaladık derler yalandır. Filan ünlü yıldız boşanmış derler yalandır. Çocukluğumda "Filan artist Zeki Müren'den çocuk düşürdü" gibi - artık komik mi diyeyim bilemiyorum- abuk sabuk haberlerle insanlar bir ay meşgul edilirdi. 😂

Çok değil bir, iki ay önce Esad'ın kanser olan eşinin hayatını kaybettiği haberini okudum. Gazete haberi olunca inandım. (MSN miydi, başka bir site mi şu an hatırlamıyorum ama öyle tırıvırı bir site değildi) Bir ay mı, bir aydan sonra mı bir de ne göreyim Esma Esad Rusya'da kanser tedavisi görüyor diye bir haber!

Twitter'da birçok insan

"A! O kadın ölmemiş miydi?"

diye şaşırdılar. E, ben de çok şaşırdım.

Haberin gerçek olmaması bir problem. Bilgi kirliliğinden yıllarca bir yalana inanmış insanların, gerçekle karşılaşınca, kabullenmelerinin zor olması bir başka problem. O yüzden bilgiyi kimin söylediği çok önemli. Mesela ben, kumar alışkanlığı olan yani kumarbaz birinin sözüne inanmam; çünkü bu kişiler otuz evi olsa, otuzunu da kumarda kaybeden, para için her şeyi yapabilecek, söyleyebilecek, yanardöner, iradesiz insanlardır. Yalancılığı ile tanınan birinin sözüne inanılmaz. Bugün dediğini, ertesi gün inkâr eder, aynı şeyi her seferinde başka başka anlatır. Güvenilmez. Görüyorsunuz işte 40 yıllık MHP'liler, ülkücüler "apocu" olmuş!

BİR FİLM: NO 24

Şimdi bir filmden yola çıkarak, haberi söyleyenin neden önemli olduğuna geleceğim.


Netflix'e çok yeni bir film geldi. Gerçek bir olayı, tamamen yaşanmış bir hayat öyküsünü film yapmışlar. İsmi 24 Numara. (Number 24)

Kısaca anlatıyorum:

2. Dünya Savaşı'nda, 1940 yılında, Almanlar, o zaman 3 milyona yakın nüfuslu, minnacık bir ülke olan, Norveç'i fazla zorlanmadan, denizden, havadan hatta Norveç kralının köyünü de bombalayarak işgal ederler.

Norveç'te de Mustafa Kemal gibi birkaç cesur, yiğit insan, işgale karşı direniş başlatır. Film, bu direnişçilerin en önemlisi olan Gunnar Sonsteby ve arkadaşlarının, tıpkı bizim Kuvay-ı Milliye gibi Almanlara nasıl direndiğini anlatıyor. Gunnar'ın kod adı No: 24. Filmin ismi de o yüzden No: 24.

Almanlar tabii salak değil direnişi bastırmak için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar, direnişçileri bulunca korkunç işkenceler yapıyorlar, ihbar edenlene 200 000 Kron gibi büyük paralar vereceklerini söylüyorlar. Gunnar, yakalanmamak için aynı evde iki kez üst üste uyumuyor ve kendisi de, arkadaşları da yanlarında siyanür hapı taşımaya başlıyorlar. Yakalanacaklarını anladıkları anda içip intihar edecekler; çünkü o korkunç işkencelere dayanmaları mümkün değil.

Gunnar'ın bir de çocukluk arkadaşı var. Erling Solheim. Filmin başında, Gunnar bu tombiş çocukla birlikte kayak yapıyordu. İşte bu Erling, ne yapıyor biliyor musunuz? Alıyor eline kağıt, kalemi. Almanların ödül olarak vereceği 200 000 Kron için arkadaşlarını Gestapo'ya ihbar eden bir mektup yazıyor!

(Filmi izleyenlerden epey küfür yemiştir😂
benden de yedi merak ederseniz😂)

Neyse ki, mektup, bir şekilde direnişçilerin eline geçiyor, Gunnar'a mektubu gösteriyorlar ve çocuğu infaz ediyorlar. Yine de Gunnar, para için arkadaşının böyle bir alçaklığa, vatan hainliğine tenezzül etmesine ve onu öldürmek zorunda kalmalarına kahroluyor; hiç unutamıyor. Hem üzüntü, hem suçluluk duyuyor, bir travma oluyor.

Savaş bitince de Norveç'in en büyük madalyaları kendisine veriliyor. Wikipedia'da kontrol ettim bir dolu madalya, nişan vermişler haklı olarak. Buradan şu sonucu çıkarttım:

İnsanların gerçek karakterleri savaş zamanlarında veya zor zamanlarda ortaya çıkıyor.

Kimisi, ülkesini kurtarmak için Atatürk gibi, Gunnar gibi hayatını tehlikeye atarak direniyor, kimisi de Erling gibi ödül için direnişçileri, işgalcilere, düşmana satıyor!

Fransa'da da Almanlarla işbirliği yapanların bir kısmı infaz edilmiştir. Alman askerleriyle kırıştıran kadınlar sokaklarda saçları kesilerek, tartaklanarak, aşağılanmıştır.

Tekrar filme geleyim: Filmde, Gunnar, bir okuldaki Norveçli öğrencilere o günleri anlatıyor. Dinleyicilerden bir kızcağız,

"Benim dedemin kardeşini de öldürmüşler. Gerçekten kötü bir şey yapmış mıydı? Gerek var mıydı öldürülmesine?"

diye soruyor. Adam, kimdi ismi? diye sorunca, kız " Erling Solheim" demez mi!

Kahraman direnişçi sarsılıyor.

" Ah! Erling ha? Benim çocukluk arkadaşımdı, birlikte kayak kayardık, çok severdim, meğer 200 000 Kron için tutmuş hepimizi Nazilere ihbar etmiş. Mektubunu gözümüzle okuduk. Kafasına sıktık."

diyemiyor. Nasıl desin? Kızcağız akrabasının vatan haini olduğunu öğrenip üzülsün istemiyor ve

"Kusura bakmayın hatırlayamadım bu ismi"

diyor.

Şimdi bunu niye anlattım?

Erling, bir şekilde ölmemiş olsaydı ve yaşanan bu olayı bir de Erling anlatsaydı acaba nasıl anlatırdı? Yine üç kuruş için bambaşka şeyler mi uydurdu demezsiniz; eğer nasıl biri olduğunu bilmiyorsanız ve Erling, size Gunnar'ı hain olarak gösteren bir hikaye de anlatabilirdi. Yani, herkese güvenilip, herkese inanılmaz. Güvenilir, namuslu, dürüst insanların sözüne güvenilir sadece.

DOĞRU TEKDİR

Uzun lafın kısası: Doğru tekdir. Aynı olayı iki kişi, farklı, zıt şekilde anlatıyorsa, hangisinin güvenilir olduğuna bakın. Gunnar'a mı inanacaksınız? Erling'e mi? Hangisi vatanı için idam fermanına rağmen savaşmış? Hangisi bir kahraman? Hangisi kuzu kılığında kurt? Hangisi vatan haini? Hangisi işgalcilere direniyor? Hangisi işgalcilerle pazarlık yapıyor? Bugünlerde de çok önemli bu sorular. Her zaman önemli. Gelecekte de önemli olacak. Kararı siz vereceksiniz. Verirken kendinize bu soruları sormayı unutmayın. Erling gibilerin değil; Atatürk ve Gunnar gibilerin sözüne itibar edin.


Kızcağıza gelince: Kimse akrabasını seçemez. Haklı olarak herkes anasını, babasını, dedesini sever. Toz kondurmak istemez. Artı; savaşlarda, devrimlerde devrim adına pek çok hata da yapılabilir. Mesela, biz, kendi gemimizi bombalamıştık. (Şu an üşendim ayrıntıları yazmaya); kendi uçağını vuran olur yanlışlıkla. Vatan hainleri yakalanırken arada masum bir, iki kişi de güme gidebilir. Bunlara dünyanın hiçbir yerinde kimse maalesef engel olamaz çünkü bilemez. Birisi bir şey fısıldar bitti. Devrimler o yüzden kanlıdır. Hatta devrimi yapanlar birbirine düşer, kıskançlık, çekememezlikler ortaya çıkar. Rus Devrimi'nde, Fransız İhtilali'nde çok olmuştur. İlla ki, karşı devrimciler olur. Biraz da bu yüzden devrimi yapanlar sert davranmak zorunda kalabilir. Gunnar'ın arkadaşı belki vurulmasa da olabilirdi. Hapis cezası da verilebilirdi hatta tüm Norveç'te 

"Bu o............ çocuğu, direnişçileri düşmana! Nazilere ihbar etti" 

diye ifşaa edilse, ömür boyu insan içine çıkamaz hale gelip, daha iyi bir ceza da olabilirdi ama her olayı, dönemine göre değerlendirmek gerekir. O dönemde Avrupa ve Amerika, tüm dünyada vatana ihanetin cezası  subaysa divan-ı harbe gönderilmek, suçlu bulunursa kurşuna dizilmekti. Benzer şekilde 1789 Fransız İhtilali'nde krallar, kraliçeler affedilmedi, giyotinde kafaları kesilerek öldürüldü; 1917, Kızıl Devrim, Ekim Devrimi denilen Rus devriminde, Çarlık sona erdiğinde son çarın çocuklarını dahi (hatta yanlış aklımda kalmadıysa köpeklerini de) kurşuna dizmişlerdi. Gencecik kızlar, hasta küçük bir oğlan çocuk....gerek var mıydı? Bence de yoktu ama o zamanki dönemde devrimi yapanlar
"Şimdi bu çocuklar büyür, düşmanlarımızla bir olur; yeni Rusya'ya karşı devrime kalkışırlar, uğraş dur." diye düşünmüş olabilirler zaten epey de tartışmışlar, kimisi çocukların öldürülmesini istememiş. Anastasia (Çar'ın kızlarından biri) filmini izleyenler hatırlarlar. Devrimler, çocuk oyuncağı değildir. Hatta şaşıracaksınız devrimler çocuklarını yer diye atasözü vardır. Yani devrimler öyle karmaşık olaylardır ki, birlikte yola çıktığınız arkadaşlarınızla gün gelir ters düşersiniz, gün gelir birbirinize düşman olursunuz, dünyada örnekleri çoktur. (Özellikle Fransız İhtilali diye bildiğimiz Fransız devriminde), Atatürk'ün en yakın arkadaşı, silah arkadaşı, devrimi birlikte yaptıkları Kâzım Karabekir paşa, yıllar sonra İzmir suikastinde suçlular arasına ismi geçip,  idamla yargılanmış neyse ki, beraat etmişti! Diyorum ya, devrimler çok karmaşık olaylardır. Her zaman karmaşa, yanlış anlama, ters düşme, bilgi kirliliği, yalan dolan, iftira, yanlışlıkla istemeden yapılan kötü olaylar olabilir.

SONUÇ

Bilgi kirliliğinde her duyduğunuza inanmayın. Erling gibilere değil, Gunnar gibi, Atatürk gibi gerçek kahramanlara inanın. 

Malum, Türk halkı olarak telefonda polis telsizi sesi duyduk diye, gidip emekli maaşını, altınını, gümüşünü dolandırıcılara veren saf insanlar var; yani herkese çabucak inanıyoruz, bilginin kaynağı önemli, yavuz hırsız, ev sahibini yakalatır sözünü unutmayın, Fetö'yü unutmayın, sizi en kolay dinle, Kuran'la kandırdıklarını unutmayın. Kötü niyetli insanların söylediklerine, yazdıklarına inanırsanız, gerçekle - yanlışı ayırt edemezsiniz, gerçeklik duygunuzu yitirirsiniz; bir bakmışsınız 40 yıllık terörist "beyefendi" olmuş! Bir bakmışsınız vatanı kurtaranlar "hain" ; hainler "vatan sever" olmuş! (İstedikleri de bu)

Siz, vatanınızı kimin kurtardığını, işgalcilere kimin direndiğini unutmayın. Nankör olmayın. Kedilere nankör derler ama 34 yıllık kedici olarak, kedilerin asla nankörlüklerini görmedim; insanlardan ise bol bol nankörlük gördüm. 
😻🐈‍⬛🐱😽

7 Ocak 2025 Salı

YEŞİM - 5 (ROMAN)

Fizikteki Quantum teorisine göre güzel tesadüfler aslında tesadüf değilmiş. Her insan, daha doğrusu her canlı titreşen ve "string" Türkçe deyimle "ince iplik"denilen minik, gözle görülmez sicimlerden oluşurmuş. Kalbimiz, nabzımız, titreşir, atar ya. İşte bu titreşimler tıpkı bir radyonun frekansı gibiymiş ve her insanın titreşimleri, parmak izi gibi farklıymış. Kimsenin frekansı kimseye uymazmış. İki insanın frekansları birbirine uyunca, o ikisi birbirinden hoşlanırmış. Uymazsa da tam tersi, o kişiye sebebini bilmeden ısınamazmışsınız. Güzel şeyler, olumlu, pozitif şeyler düşünürsek, titreşimlerimiz yani frekansımız da bizi güzel tesadüflerle karşılaştırırmış. Hüseyin, o gece nasıl güzel şeyler düşündüyse artık, o gece delikanlıyı Acıgöl'e götüren, belki de "sicim teorisine" göre rastgele olmayan bir tesadüftü.

Hüseyin'in annesi çocuklara bakıp sordu:

"Maşallah, kaç çocuğunuz var? "

"Beş tane. Biri daha altı aylık içeride. E, hoş geldiniz tekrar. Fatma kızım, kolonya tut misafirlerimize ama önce çay koy. Amcanların Almanya'dan getirdiği o kokulu çaydan koy. Şu yerdeki çorapları da topla kızım. "

Fatma, yere dökülen kirli çorapları alıp gitti. Onları kirli sepetine attıktan sonra da mutfağa girdi. Olanlara hâlâ inanamıyordu. İki elini, yanaklarına bastırdı. İçinden

"Allah"ım! Geldi bu deli! Dediğini yaptı! İyi de ne yapacağım şimdi ben? Of! Ne yapacağım?"

diyor; bir yandan da titreyen elleriyle çay kavanozundan kaşık kaşık çay alıp; demliğe dolduruyordu. Farkında olmadan neredeyse tüm demlik ağzına kadar çayla dolmuştu ki, "Ne yapıyorum ben?" diyerek bir kısmını kavanoza geri boşalttı. O sırada küçük odada sohbet başlamıştı. Anne ve baba, aniden gelen görücüleri tanımaya çalışırken, ailesinin apar topar İstanbul'a gönderdiği Metin Haznedaroğlu, İstanbul - Londra uçağındaydı. Pencereden top top Kümülüs bulutlara ve mavi gök yüzüne baktı. Fatma'ya, veda etmeye yüzü olmamıştı. Ne diyecekti ki? Hostes, çay, kahve servisi yaparken, kendi kendine,

"Kızın da başını yaktım. Korkaksın sen oğlum! Allah belanı versin! Düşsün bu uçak! Düşsün bu uçak! Kimseye bir şey olmasın, bir tek ben gebereyim! "

diyordu.
***

Az sonra ince belli bardaklarda Bergamotlu çaylar içilir; necisiniz? Kimlerdensiniz? gibi sorular sorulurken, Fatma'nın babasının askerlik arkadaşının Hüseyinlerin komşusu olduğu ortaya çıkmaz mı? Kızın babası Mehmet, annesine göre daha temkinliydi. Elbette, gelinlik yaşa gelmiş güzel kızının evlenmesini istiyordu ama böyle yangından mal kaçırır gibi verecek hali de yoktu. Sigara içme bahanesiyle bahçeye çıktı ve çaktırmadan, eski model cep telefonuyla hemen askerlik arkadaşını aradı, kısaca durumu anlatıp, Hüseyin'i sordu. Adam,

" Hüseyin mi? Bizim Hüseyin! Dünyanın en iyi insanıdır devrem. Ailesi de öyle, ben kefilim. İçkisi, kumarı yoktur. Dürüstlüğü ile tanınır. " deyip, delikanlıyı öve öve bitiremeyince, içi rahatladı ve sigarasından bir nefes daha çekip, izmariti toprağa atıp tekrar eve girdi.

Epey sohbetten sonra, tam, konuşma kız istemeye gelecekti ki, boy boy ufaklıklardan biri

"Anneeee! Abim saçımı çekti!"

diye bağırmaya başladı. Kadın gidip çocukları susturdu; bu sefer öteki kız burnundan sümükler aka aka;

"Babaaaaa! Şuna bişi söyle! Oyuncak bebeğimin bacağını koparttı! Üüüüü!"

diye çığlık attı. Baktılar olacak gibi değil, çikolata kutusundan bolca madlen verip çocukları susturdular. Fırsattan istifade müstakbel damadın babası,

" Efendim sebebi ziyaretimiz...oğlumuz Hüseyin, kızınızı görmüş, beğenmiş, Allah'ın emri, peygamberin kavliyle kızınızı, oğlumuza istiyoruz"

deyince, babası, sandalyeye ilişmiş, gözleri mahcup mahcup halının desenlerine bakan kızına da evlenmek isteyip istemediğini sordu. Fatma, biraz düşündü, karnındaki bebekle kendisini göle atmaktansa, evlenmek daha iyiydi. Belki Allah böyle istemişti. Belki kaderi buydu. Başını "evet" anlamında sallayınca, Mehmet de

"Verdim gitti. Hayırlı, uğurlu olsun." dedi ve el öpme faslına geçildi.

***

Ertesi gün haberi alan Metin'in annesi

"Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz!"

diyerek öyle sevindi ki, bir kurban kesmediği kaldı. Londra'da bir artı bir kiralık eve yerleşmiş olan Metin'i aradı. Bir saat durmadan konuştular. Daha doğrusu annesi konuştu, oğlu dinledi.

"Oğlum valla öyleymiş, kızı istemişler, babası da vermiş.Valla çok iyi oldu çocuğum. Babası kızı keser diye ödüm kopuyordu. Şimdi hem senin geleceğin kurtuldu, hem onun. Bebek babasız doğmayacak, kimse de anlamayacak. Babanla ben de destek olacağız, evdi, eşyaydı düşünmeyecekler. Annesine de bir an önce evlenmelerini tavsiye ederim. Benim sözümü dinlerler. Kimse anlamaz. İkiniz için de en iyisi oldu."

Oğlu, ikide bir annesinin sözünü kesip Fatma'yı sevdiğini söylediğinde kadın,

"Kuzum tamam seviyorsun da evlenseydiniz ilkokul terk kızı koluna takıp şirketin kutlamalarına, yılbaşı partilerine, sosyete davetlerine nasıl götürecektin? Bir düşünsene! Akılsız mısın evladım sen? Bir gözünün önüne getirsene! Herkese alay konusu mu olsaydık? Sosyete davetlerindeki garson kızlar bile üniversite öğrencisi! Herkes yerini bilecek evladım. Bir yıla kalmaz unutursun. Bak o da evleniyor. Senin karşına daha ne kızlar çıkacak....."

diyordu. Metin, kızın nasıl evlenmeye karar verdiğini anlayamıyordu. Ona inat mı evleniyordu? Yoksa bebeği babasız doğmasın diye miydi bu ani evlilik? Sebep, ikinciyse, haksız değildi. Tek tesellisi, kızın hamileliği ortaya çıkmayacağı için o çatık kaşlı babasının kıza bir zarar vermeyecek olmasıydı. Annesine kızın kimle evleneceğini sorunca

"Ne bileyim oğlum? Tanımam, etmem." cevabını aldı.

"Hayır anne! Fatma başkasıyla evlenmeyecek! İlk uçakla geliyorum! Fatma'yla evleneceğim. Bu sefer mani olmaya kalkmayın. "

"Tamam çocuğum. Gel! Mani olmayız. Evlenin. Yalnız babanın şirketinde filan çalışmayı unut. Seni evlatlıktan reddetmezse de sevin. Lise mezunu biri olarak asgari ücretle bir iş bulur, geçinirsiniz. İşe de öyle jiple filan değil dolmuş, otobüsle gidersin artık. Benden ve babandan destek filan bekleme. Dayınlardan, amcanlardan da."

Metin, telefonu fırlatıp attı, kapaklar bir yana, pili bir yana savruldu. Aşkı için fedakarlık yapacak yüreği yoktu, hayatında çalışmamış, ömründe otobüse, dolmuşa binmemişti. Üniversite mezunlarının bile kolay iş bulamadığı ülkede, işsiz kalıp, yarın öbür gün bebek doğarsa süt, mama bile alamayacağını tahmin etmesi zor değildi. Ya kira? Faturalar? "Allah beni kahretsin!" ve "Fatma!" diyor, başka bir şey demiyordu. O kadar sık tekrarladı ki, İngiliz komşuları az kalsın polis çağıracaktı. Sonra yüksek sesle ağladığını duyarak vazgeçtiler.

***

Metin'in annesi ve babası, vicdanlarını rahatlatmak için yeni evli çifte küçük bir köy evini düğün hediyesi olarak almış; dayamış, döşemişti. Fatma üç yıldır onların yanında yatılı çalıştığından kimse yadırgamadı hatta "Haznedaroğuları'nın şanına da bu yakışır; demek Fatma'yı kızları gibi sevmişler". dediler. Karı, kocanın asıl düşündükleri ise ev ve eşyalar sayesinde düğünün gecikmeden, bir an evvel yapılmasını sağlamaktı. Böylece Fatma, bebeği çok erken doğurmamış olacaktı. Masraf filanmış! Hiç takmadılar bile; Haznedaroğulları için minicik köy evi, buzdolabı, çamaşır makinesi neydi ki?

O gece davul, zurna sustu, davetliler evlerine gitti, damadın arkadaşları, adet olduğu üzere Hüseyin'i, sırtını yumruklayarak ve kahkahalar atarak, penceresine bayrak asılı evine soktular.

Üzerinde damatlığı ile Hüseyin, Fatma'ya baktı. Yüzünde duvağı, başı öne eğik, gözyaşlarını içine akıtarak, kollarında bilezikler, çeyizlik, pembe saten yatak örtüsünün üzerinde, kurbanlık koyun gibi oturuyordu. İki elini de dizinin üstüne koymuştu. Eşi;

"Hadi Allah rahatlık versin göl büyücüsü. Sen, 'Ben yavuklumu unuttum, kalbimden de, aklımdan da çıkarttım, senle aynı yastığa baş koymak istiyom' diyene kadar bu odaya ayak basmam. Ha, bebek doğunca üvey babalık ederim diye korkma, o benim de evladım olacak. İçin rahat olsun."

dedi ve kızın bir cevap vermesini beklemeden kapıyı kapatıp küçük odaya gitti. Sözünü tuttu. Odasından içeri adımını atmadı. Sekiz ay sonra bebek doğdu. Annesi gibi yeşil gözlü bir kızdı.

"Adı Yeşim olsun"

dediler. Hüseyin, kızı öyle güzel sevdi ve bebeğe öyle güzel babalık yaptı ki, Fatma, birdenbire olmasa da, yavaş yavaş Metin'i kafasından ve yüreğinden sildi. Hani, mürekkeple yazı yazılmış bir kağıdı suya bırakırsınız da, bir anda değil ama yavaş yavaş yazılar silinmeye, solmaya başlar ve sonunda tamamen görünmez olur ya aynen öyle oldu.

Evlendikten iki yıl sonra Metin'i gönlünden tamamen çıkarttı hatta kader, karşısına böyle iyi bir insan çıkarttığı için her gün şükretti.

İşte Yeşim'in odasını toplarken, Kiraz bebeği eline alan Fatma, bunları düşünmüştü. Hayat bir kapıyı kapatmış ama ötekini açmıştı. Yeşim, üzerine titreyen babasının "üvey" olduğunu bilmiyordu. Asla da bilmeyecekti.

Metin'e gelince, kaç kez uçak bileti almaya kalktıysa da, iptal ettirdi. Güya üniversitede öğrenciydi ama aynı apartmandaki at kuyruklu sarı saçlı, İngiliz arkadaşı Sean ile o pub senin, bu pub benim, serserilik etti. Bira bardaklarını peş peşe devirirken, Fatma'nın yeşil gözlerini unutacağını sandı.

Londra'daki ikinci senesinde oğlunun oradaki hali yüzünden babası kalp krizi geçirince, aniden aklı başına geldi. Bir "Adsız Alkolikler" derneğine yazılıp içkiyi bıraktı. Gerçi bu sefer de sigaraya başladı ama bohem yaşamına son vermişti. Beş yıl sonra üniversiteyi bitirdi ve İstanbul'a döndü. Şirkette babasıyla çalışmaya başladı. Yakın dostlarından birinin kızı olan Yağmur'la, havai fişeklerin gökyüzünü aydınlattığı, su gibi para harcanan bir düğünle evlendi. Akabinde, biri kız, biri erkek iki de çocukları oldu. Göbeklendi, saçları seyreldi, efkârlandığı zamanlar çatı katındaki maun çalışma masasının başına geçip, antika gramofonda



"Yalnız benim için bak yeşil, yeşil...." i

dinliyor ve sigarasının dumanlarını cilalı, çam lambri tavana savuruyordu. Eşi Yağmur, kocasının hep aynı şarkıyı dinlemesinden şüphelenmeye başladı. Bir başkasının dikkatsiz fısıltısıyla, şarkının sebebini anladı. Kadının öfkesi ve kıskançlığı, ileride yaşanacak kötü olayların da başlangıcıydı.

Devam edecek...

6 Ocak 2025 Pazartesi

NASIL MUTLU OLUNUR?

Bir yazıma gelen yorumda, bir blog arkadaşım huzurlu ve mutlu olmak için İslam dinine mensup olmak gerektiğini yazmıştı. Söylediğine göre huzur İslam'daymış. Bunu kabul etmeden mutlu olamazmışım.

Bu beni şaşırttı ve düşündürdü. Düşündüm; bir insanın mutlu olması A, B, C dinlerine mi bağlıdır diye. Yazımın en sonunda, bir AVM'de iki hoş sohbet gençle yaptığım söyleşi var. Onu da okuyacaksınız. (İsimlerini ve hangi AVM olduğunu gizli tuttum. İşverenleriyle bir sorun olmasın diye)

Sizi bilmem ama bence mutlu olmanın dinlerle alâkası bile yok.

Hangi dine mensup olduğunuz basit bir coğrafya meselesidir.

Brezilya'da, Kanada'da, Norveç'te dünyaya gelseniz, Hristiyan; Japonya'da dünyaya gelseniz Şintoist, Tibet'de doğsanız Budist, İsrail'de dünyaya gelseniz Yahudi olursunuz. Alttaki fotoğraftaki gibi Amazon ormanlarında yaşayan bir yerli olsaydınız da bir ismi olmayan; bir takım kutsal ruhlara filan inanacak ilkel bir dininiz olacaktı.


Bence mutluluk çok görece, çok karmaşık, çok yönlü ve soyut bir kavram. Bir Amazon yerlisi, Norveçli ve bir eli yağda, bir eli balda, cebinde son model cep telefonu olan birinden daha mutlu olabilir.

Kendiniz, anneniz, çocuğunuz hastaysa mutlu olmazsınız, ay sonunu zar zor getiriyor, kirayı nasıl ödeyeceğinizi düşünmekten uyku tutmuyorsa mutlu olamazsınız, çocuklarınız mutsuzsa, boşandıysa, işsizse, madde bağımlısıysa, mutlu olamazsınız, kötü bir anneniz, kötü bir babanız, kötü bir eşiniz, kötü bir aileniz varsa mutlu olamazsınız, işiniz sizi bunaltıyorsa, amirlerinizle aranız bozuksa mutlu olamazsınız, bir savaş bölgesinde yaşıyorsanız mutlu olamazsınız, huzurun olmadığı, hayat pahalılığının yüksek, maaşların yetmediği, adaletin olmadığı, her gün cinayetlerin işlendiği bir ülkede yaşıyorsanız mutlu olmazsınız, maddi olarak her şeyiniz olsa bile takıntılıysanız, kıskançsanız, psikolojik olarak rahatsız bir insansanız mutlu olmazsınız, kendiniz veya aileniz için, çocuklarınız için gelecek endişeniz varsa mutlu olamazsınız, hiçbir hayaliniz gerçekleşmediyse mutlu olmazsınız, yakın zamanda aileden birini kaybettiyseniz hatta çok sevdiğiniz, 18 yıl sizinle birlikte olan kedinizi, köpeğinizi kaybettiyseniz mutlu olamazsınız. Depremde tüm ailesini yitiren insanlar var; anne, baba, eş, teyze, çocukları, anneannesi, sevdiği komşuları hepsi enkaz altında gitmiş...mutlu olmazsınız, korku içinde yaşıyorsanız mutlu olmazsınız, gençliğinizi yaşayamamışsanız mutlu olmazsınız, aşık olmuş karşılık alamamışsanız, sevdiğiniz başkasıyla evlenmişse mutlu olamazsınız. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Tüm bu saydıklarım insanı mutsuz etmeye yeter ve bu söylediğim hususların hiçbirinin A, B, C dinine mensup olmanızla ilgisi yoktur. Mutlu olmakla dinlerin alakası yoktur.

Bu resim İstanbul metrosunda çekilmiş.
Sizce mutlular mı?
Kaynak: Yeniçağ Gazetesi


Mutsuz bir insan ancak anlık mutluluklar yaşayabilir. Güzel bir film izler iki saatliğine mutlu olur; bir kedinin başını okşar mutlu olur, ailesiyle geçirdiği huzurlu, keyifli anlardan mutlu olur, saksıdaki çiçeği açar mutlu olur, aşık olur mutlu olur, lapa lapa kar yağar mutlu olur, gün batımını izler mutlu olur, çocukları evlenir mutlu olur. Biraz deniz kenarında yürür, oksijen alır, kafasındaki sorunları düşünmez, mutlu olur ama yok öyle 7 / 24 mutluluk hali. O yüzden hep diyorum bırakın insanların yılbaşı kutlamasına, müziğine, dans etmesine, eğlenmesine karışmayın. Bırakın yılda bir kez mutlu olsun insanlar. 

Mesela ben portakal veya domates yerken aklıma bunlardaki tarım ilacının normalin 100 katı olduğunu okuduğum aklıma geliyor. Portakal mı yiyorum, zehir mi, böcek ilacı mı diye mutsuz olmaz mısınız? Marketten aldığınız sütün içinde su olduğunu okuyorsunuz mutsuz olmaz mısınız? Bunun dinle ne ilgisi var? İstediğiniz dine mensup olun.

Anket yapılmış. Dünyanın en mutlu insanları hangi ülkede yaşıyor diye. Finlandiya listenin başında.

İlk üç ülke şöyle:

Finlandiya
Danimarka
İzlanda

Bu üç ülke de Hristiyan toplulukların yaşadığı ülkeler. Türkiye 98. sıradaymış. Dünyanın en mutsuz ülkesi ise şeriatla yönetilen İslam ülkesi Afganistan olmuş. E, hani huzur İslam'daydı? Uzun yıllar önce Ankara'da bir devlet hastanesindeyim, ne için gittiğimi şu an unuttum bile ancak psikiyatri servisinin önünden geçerken hiç unutmadığım bir manzara gördüm: Sadece burnun, gözleri gözüken kara çarşaflı bir kadın sırasını bekliyordu. Büyük ihtimalle namazında, niyazında ve İslam dinine mensup bu kadının yanısıra bir dolu tesettürlü başka kadın da vardı. E, demek ki, İslam dinine mensup olmaları mutlu olmalarına yetmiyormuş ki, psikiyatri kapılarında bekleşiyorlardı. Dinler, insanların mutlu olmasına yetse psikologlara, psikiyatristlere, terapistlere, adsız alkolikler derneklerine gerek kalmazdı. Müslüman olan kimse intihar etmezdi. Devlet, intihar istatistiklerini saklıyor oysa sık sık birisi kendisini Marmaray'a tren önüne atıyor, öteki denize atıyor, başkası silahla kendini vuruyor. Mutlu olsalar intihar ederler mi? 

Yazımın başında söylediğim üzere, bir AVM'deki iki gence de

"Mutlu musunuz çocuklar?"

diye sordum. Onlar da "evet" diyemediler. Mutluluğun pek çok şeye bağlı olduğunu söylediler. İkisi de üniversite bitirmiş, pırıl pırıl gençlerdi ve kendi bölümleriyle ilgili iş bulamamışlar ki, gıda sektöründe çalışıyorlardı. İki genç de evliydi; yurt dışına gitsek belki daha mutlu oluruz dediler.

Her ikisi de hayat pahalılığından çok şikayetçiydi. İnsanların psikopat olmasından, yolda kendi halinde duran kediye tekme atmalarından şikayetçiydi. Böyle merhametli gençlerimizin olmasından umutlandım. Bir AVM'de oturup bir çay veya kahve içmeyi lüks olarak görenlere haklı olarak sitem ediyorlardı. Ben de onlara hak verdim. Bir yerde oturup bir çay, kahve içmek lüks değildir, bir ihtiyaçtır. Çay, kahve de mi içmeyelim? Sahi ne hükümetten, ne muhalefetten memnun değillerdi. 

"Hepsi gitsin yerine yeni, bambaşka insanlar gelsin"

 dediler. Haksız değiller. Bir tanesi hayatında hiç AKP'ye oy atmadığını, ailesinde de AKP'ye oy atan kimse olmadığını söyledi, biliyorsunuz ben de öyleyim, hayatımda hiç AKP'ye oy atmadığım için vicdanım çok rahat ve bunu duyduğuma çok sevindim. 


Bir tanesi "Sizce bu ülke düzelir mi?" diye bana sordu. Ben de "Pek umudum yok; hele böyle sığınmacılarla dolunca" dedim. Sonuçta anladım ki, gençlerimiz de maalesef pek mutlu değiller. Hadi ben yaşlıyım bari onlar mutlu olsun değil mi?

Onlara blogumun linkini yazıp verdim, okurlarsa her ikisine buradan da teşekkür ediyorum güzel söyleşi için. Umarım çok mutlu olur ve daha iyi yerlere gelirsiniz çocuklar.

Son olarak, mutlu olmak çok şeye bağlıdır. Ekonomi,  iyi eğitim, iyi bir iş,  iyi bir ruh sağlığı, iyi, anlayışlı, destek olan bir aile, eş, başarılı olmak, hayallerini gerçekleştirebilmek, çocuklar, oturduğunuz çevre, komşularınız, yaşadığınız ülke hatta yaşadığınız dünya ama bağlı olmadığı bir şey varsa bence o da dininizdir. Mutluluğun dinle ilgisi olamaz. Hristiyan olup çok mutsuz da olan var, Budist olup çok mutlu olan da. 

Bu arada ben mutlu muyum? Tabii ki hayır. Mutlu değilim ve bunun çok şeyle alakası var ama dinlerle alakası yok. Mutlu olduğum zamanlar, anlar yok mu? Tabii ki var. Küçük mutluluklar var. Meselâ Bücürük'üm hayattayken şimdikine kıyasla mutluydum. Hele bir kış, gece gece, herkes neredeyse uyumuşken aniden lapa lapa, dans ede ede kar yağmaya başladı, Bücürük'le balkona çıktık, tuhaf ama üşümedik hatta sanki hava esrarengiz bir şekilde ılıktı. Çok mutlu olmuştuk ikimiz de o beş, on dakika. Bücürük koşturdu balkonda birkaç kez son hızla, karın keyfini çıkardı, o mutlu olunca ben zaten mutlu oluyorum. Keşke şimdi yanımda olsaydı....

Source: Dan Wulfing , snowing at night , 

Şimdi de apt. bahçesinde bir kediye yaş mama verince ve o kedicik baklava yiyormuş gibi iştahlı iştahlı yerken çok mutlu oluyorum. Sanki biri bana Hacıbaba'dan yarım kilo baklava hediye etmiş gibi mutlu oluyorum. 😂


Faydalandığım Kaynaklar:

Dünya mutluluk anketi

Dünyanın en mutlu insanları