17 Şubat 2025 Pazartesi

YEŞİM 11 (ROMAN)

Aradan günler, haftalar geçti.  Bir günde on yıl yaşlanmış olan Fatma, psikoloğa para ayıramayacağı için acısıyla başa çıkabilmek için kendisini, dualara ve deli gibi iş yapmaya verdi. Sildiği yerleri bir daha siliyor, süpürdüğü avluyu tekrar süpürüyordu. Tek tesellisi başta kızı olmak üzere ailesi, konu komşu ve bahçedeki kedilerdi. Bir de rüyaları. Mesela, sabah, telaşla kalkıp; Yeşim'e dönüp;

"Rüyamda, babanı gördüm. Gülümsüyordu. Fatma, git bayat ekmekleri yoğurt kabına dök, tavuk suyuyla ısla, kedilere ver yesinler dedi. Görsen ölmemiş gibiydi, Burakcan da beş yaşındaki haliyleydi. Babanın elinden tutmuş gülüyordu. Öyle mutlu oldum ki....dolapta tavuk olduğunu bilmiş bak...."

diyor ve rüyasında eşinin dediği şeyleri aynen yerine getiriyordu. Böylece içi rahatlıyordu.

Devletin verdiği ölüm yardımının bir süre sonra biteceğini biliyordu. Hazıra dağ dayanmazdı. Kocasından dul maaşı da bağlanacaktı ancak bu da şıp diye olmuyordu. Yeşim'in dershanesi, üniversiteyi kazanırsa ki, emindi kızının kazanacağına, yurt parası, okul harçlığı dul aylığı da olsa çok zor olacak diye düşündü. Ülke eski yıllardaki gibi ucuz değildi. Kızının kantininde bir tost 50 liraydı! Test kitapları 500 liraydı. E, genç, güzel kız, süslü püslü giyinmek ister, arkadaşlarında görür gözü kalır, ayakkabısıydı, çantasıydı. Hadi kendisi ayağında şalvar, başında oyalı yazma idare ediyordu ama şimdiki kızlar da eskinin gençleri gibi değildi. Daha lisede saçlarının rengini değiştirenler vardı. Hoş, Yeşim kömür karası siyah saçlarının rengini değiştirmek istememişti, yeşil gözlerine yakışıyordu. Fatma da



"Kız, bak ölümü gör eğer saçlarını açtırırsan, sarışın filan olayım dersen. Uyma sakın o zıpır arkadaşlarına. Valla mahvolur güzelim saçların. Böyle Kiraz bebeğinin kuru saçı gibi olur. Ölür. Zor düzelir. "


demişti. Düşündü, taşındı. Bir iş bulup çalışması gerekiyordu. Serdar'ın babası Kerem Bey, aynı günlerde bypass ameliyatı olduğundan, madendeki ölümlü kaza haberini doktorun "Sakın üzücü şeyler söylemeyin" tavsiyesiyle ona duyurmadılar. Duyursalardı, adamcağız vaktiyle hayatını kurtarmış Hüseyin'in dul eşi ve kızı için elinden geleni yapardı. Zaten madeni çoktan ortağına satmıştı. Soma ile tek bağlantısı baba yadigarı şirin çiftlik eviydi. Bypass ameliyatı sonrası eve çıktığında da, haber eskimişti ve dolayısıyla televizyonlarda kulağına çarpmadı.

Fatma'nın yapabileceği tek iş vardı: Evlere ya da iş yerlerine temizliğe gitmek. Bunu kızına da söyledi. Yeşim, annesini, elinde vileda, yanında kova, yer silerken, terlerini silerken, gelen gidenlerin ona küçümseyerek, acıyarak baktığını, sildiği yerlere çamurlu ayakkabılarla bastığını bir an hayal etti. Hayır! Temizlikçilik de işti, küçümsediğinden değil ama annesi yaşlanmıştı, zaten bulaşık, yemek, evin ve bahçenin bakımı, temizliği onundu. Salçalar kaynatıyor, turşular kuruyor, tarhanalar kurutuyordu. Temizlik işine annesi yerine kendisi gidebilirdi ama aklında başka bir plan vardı:

Cesaret gerektiren ama daha iyi maaşlı bir iş. Elif'in gösterdiği ders kitabındaki maden işçisi kadınlardan çok etkilenmişti. Babasının izinden gidecekti. Böylece babası, kızıyla gurur duyacaktı. Kardeşi de. Herkese "Babasının kızı" olduğunu ispat edecekti. Bir Türk kızının da, bir Avustralyalı, bir Amerikalı, bir Rus kızı gibi maden işçisi olabileceğini kanıtlayacaktı. En önemlisi babasının çalıştığı yerde çalışarak, onun baretini kafasına takarak, onun kazma salladığı kayalara kazma sallayarak, o kömürlere dokunarak onunla özdeşleşecek, babacığını ve kardeşini sanki yanında hissedecekti.

Bir koşu gidip Elif'in verdiği İngilizce kitabı getirdi, kadın madencilerin olduğu sayfayı annesine gösterdi.

" Sana kıyamam anne. Bulaşıkçı, temizlikçi olmayacaksın. Ben ne yapacağımı biliyorum. Bu kadınlar gibi madende çalışacağım."

"Ne? Kız başına madende mi çalışacaksın? Deli misin kızım? Erkekler bile zor yapıyo."

"Kıytırık bir iş yerinde bulaşık yıkayıp, tuvalet temizleyip, asgari ücretle çalışmaktan iyidir. Daha iyi para veriyorlar."

"Kızım yapma, etme. Bir kaza olursa ne yaparım? Baban, kardeşin gitti; bir sen kaldın, seni de mi?"

"Anneciğim, senin haberin yok ama günlerdir bu konuda araştırma yaptım. Bak şimdi: Akşam okulu diye bir şey var, puanı daha düşük. Akşam 5'te ders başlıyor. Okulumu bitirene kadar gündüz yarım gün madende çalışır, akşam da okula giderim. Bitirip resim öğretmeni çıkana kadar. Dört yıl! O zamana kadar da bana bir şey olmaz,  kader, babamı, kardeşimi aldı, beni de almaz. Kader bile bu kadar acımasız olmaz. Dört yıl anne! Dört yıl nedir ki? Göz açıp kapayana kadar geçer. Resim öğretmeni olana kadar. Geçen gün ilan tahtasında ocağa vasıfsız işçi alınacağı yazıyordu."

"Olmaz kızım. Ağırdır, zordur yapamazsın. Erkek işi. "

"Yaparım, güçlüyüm, kuvvetliyim. Bizim bahçede az mı kazma salladım? Herkes anasının karnından maden işçisi doğmuyor ya, öğrenirim. Bu kadınlar nasıl öğrenmiş?"

"Olmaz kızım. Ben olmaz diyorsam olmaaaaaz."

Ama Yeşim, annesinden inatçıydı. E, ne de olsa "Göl Büyücüsü" nün kızıydı.

İşçi alımlarını yapan Kemal usta babacan bir adamdı. Hüseyin'i de, Burakcan'ı da çok severdi. Yeşim, kitabı da eline alıp doğru adamcağızın yanına gitti. Tabii annesinden gizlice. Adamcağız, dergideki resimlere baktı...baktı...Şaşırdı. Etkilendiği belliydi.

"Tamam kızım ama bir hafta deneme süresi olacak. Madem başka ülkelerde kadınlar maden işçisi olabiliyormuş, bizim kızlarımızın onlardan ne eksiği var? Hayırlı olsun. Allah utandırmasın."

"Sağol Kemal Usta. Erkeklerden iki misli çalışacağım. Sizi utandırmayacağım. Şimdiden nefesimi açmak için bizim yokuşu koşarak inmeye başladım. Ciğerlerimi ve kaslarımı kuvvetlendireceğim."

Daha sonra Kemal usta, Yeşim'le birlikte madene indi ve oradakilere hitaben bir konuşma yaptı:

"Yeşim kızımız bize rahmetli babası Hüseyin'in emaneti. Başka ülkelerde kadınlar da maden işçisi oluyormuş. Bana haberini, fotoğraflarını gösterdi. Baktım, inceledim. Bizim neyimiz eksik? Biz de onlar kadar cesuruz; bulaşıkçılık yapmak, tuvalet temizlemek istemiyorum; babamın yolundan gitmek istiyorum dedi. Bir hafta deneme süresi var. Başarılı olursa dört yıl hem okuyacak, hem yarım gün madende çalışacak. Dört yıl sonra da inşallah öğretmen olacak. Bize veda edecek."

Herkes alkışladı. Kadın maden işçilerinin olduğu kitap elden ele dolaştı.

"Helal!"

"Helal olsun Yeşim kızım!"

"Helal olsun! Merak etme Kemal usta, emanetin bizde."

"Helal olsun kızım. Baban seninle gurur duyuyordur şimdi. Merak etme her şeyi öğrenirsin, yavaş yavaş. Bir aya kalmadan kas yapmaya başlarsın."

"Sağ olun Kemal usta."

Böylece, Yeşim, annesinin itirazlarına rağmen madende çalışmaya başladı. Denilen her görevi mızmızlanmadan yapıyordu. Yüzü, gözü kapkara; çizmelerinin içi suyla doldukça, alın terinin kıymetini daha iyi anlıyordu. O dergide gördüğü kadınlar gibi olmaya kararlıydı.

"Ahan da buraya yazıyorum: Üç gün sonra istifa eder."

diyenleri utandırmıştı. Bilmiyordu ama Kemal usta da nasılsa bir hafta sonra bırakır diye işi vermişti. Adamcağız şaşırmıştı. Madende kadın işçi çalıştırmak yasal soruna yol açar mı diye endişeleniyor ama kızcağızı işten çıkartmaya da kıyamıyordu. Başta itiraz eden annesi, kızıyla gurur duyuyordu ama yine de içi rahat değildi. Her gün işi bırakmasını istiyor ama tartışmalarının sonunda Yeşim, kadını öperek, gönlünü alarak dediğini yaptırıyordu.



Kız, artık madenin maskotuydu. Gençlerin "Yeşim bacısı", büyüklerin "Yeşim kızı" olmuştu. Önce yerel bir televizyon kanalının sonra tüm ülkenin kendisini konuşacağını bilmiyordu. Ünlü olunca başına gelecek "Zerrin" isimli tehlikeden de haberi yoktu.


Devam edecek...


Yazan: Müjde Dural
Not: Bu hikayedeki isim ve kurumların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Hayali ve kurgudur. İsim benzerliğidir.

15 Şubat 2025 Cumartesi

SEVGİLİLER GÜNÜ YAZISI

14 Şubat malum Sevgililer günüydü.❤️ Sevgilisi olanların, aşık olanların ve evli olan tüm blog arkadaşlarımın günü kutlu olsun. Benim gibi kedilere aşık olanların, çiçeklerine aşık olanların, kuşlarına aşık olanların da. 😂😂😂 E, "kedi aşkı" diye bir aşk da yok değil. Şunlara nasıl aşık olunmaz?


Birazdan konuyu sevgiden, sevgisizlere getireceğim. Sevgisizler, bu fotoğrafa yakından bakınca "Ay! Yastığı tırmalaya tırmalaya haşat etmiş. Asla evime kedi almam. Gebersin sokakta" der; çünkü onlar için yastık yani parayla alınan şeyler bir canlı varlıktan daha kıymetlidir. (Evet bizim ev, bu da Ekim ayında on gün bende kaldıktan sonra yuvalandırdığım kedicik. Yaşım genç olsa, bir 16 yıl, bir 18 yıl ona da bakmak isterdim. Ağlaya ağlaya verdim; valla...on günde bağlanmışım....bir saat ağladım. Maşallah benden çok daha iyi maddi olanaklara sahip, kalabalık, bahçeli evi olan bir ailede, misler gibi bakılıyor. Videolar attılar, fotolar attılar. İçimi rahatlattılar. Onlar da çok mutlu olsun. Üstelik iki kedi ablası var)



Şimdi, sevgililer günü münasebetiyle tam tersi sevgisiz insanlarla ilgili bir şeyler paylaşacağım sizlerle.

En tehlikeli vatandaş tipini paylaşacağım.

Kime göre en tehlikeli diye sorarsanız; bana göre en tehlikeli insan tipi bu.

Yıl 2009...ilk kedim Prenses kızım tam 18 yaşında ve son günlerini yaşıyordu. Bu da resmi. Öteki dünya gerçekten varsa, umarım bir başka boyutta beni bekliyordur güzel kızım.



Çocuğum dedim ya, çok hastaydı. Su bile içemiyordu. Serum alıyordu ve taksi pahalı diye otobüsle eve dönüyoruz...

Yanıma Keçiören'in nefret ettiğim - valla nefret ediyorum kimse kusura bakmasın - kocakarılarından biri oturdu. İlla ki, Prenses'i gördü. Aramızda geçen konuşmayı hiç unutmadığım için yazıyorum:

- Kedi hasta mı?

- Evet. Doktordan geliyoruz.

- Ne kadar para ödedin? ( Lan, bir geçmiş olsun de!)

Yok, hemen aklına para geldi! Ne cevap verdim şu an aklımda değil. Büyük ihtimalle kıskanacağını hissettiğimden ne ödediğimi söylememiş geçiştirmişimdir)

- E, madem hasta bunu bırak, yenisini al!

- Nereye ? (O anda dumura uğradım!)

- Bırak, birisine ver.

- Siz, çocuğunuz hastalanınca atıp; yenisini mi alıyorsunuz? (e, kendi kaşındı)

Valla ne cevap verdi, bir cevap verebildi mi? Şu an hatırlamıyorum tam 16 yıl oldu. Hatta olayı o zamanki bloğumda paylaşmıştım. Sevgili Arzu hatırlar çünkü bu olay onu da çok rahatsız etmiş ve unutmamıştı.

İşte arkadaşlar, ben en tehlikeli insan tipi olarak bu sevgisiz ve hayatının odak noktası, hayatının en önemli şeyi para olan insanları görüyorum. Katılırsınız; katılmazsınız o sizin bileceğiniz iş.

Böyle bir kocakarı da oturduğum apartmanda vardı. Bir ara, yoldan gelen geçen çolukçocuğa seslenip; kedilerin suyunu, mamasını attırıyordu. Yaz günü, altına minder koymuş, oturuyor. Ben de elimde elektrik veya su faturasıyla geldim. Gördü. Hemen sordu:

- Ne kadar fatura geldi?

- Niye teyze? Sen mi ödeyeceksin?

Kedilere kuru mama koyuyorum? Hemen sorar:

- Kaç lira veriyon bu mamalara?

Elimde, 5 litrelik su ile görür. Hemen sorar:

- Kedilere içme suyu mu veriyorsun? (Yok daha neler!)

- Yok teyze, para mı dayanır? Musluk suyu koyuyorum.

(Çünkü aklı parada. Bu ağzı var dili yok hayvanlar karda, kışta ne yer, ne içer düşünemez. Komşusu bunlara mama alıyor ne iyi yapıyor demez. Diyemez! İlla parasını soracak ve eğer söylersem beni "Zengin" (!) sanacak bu sefer de haset edecek! (Ben o paraya kaç tane ekmek alırım, peynir alırım, zeytin alırım bu kız, parayı kedilere veriyor!" diyecek! (Bu arada hepsi benden zengin, arabam yok, bulaşık makinem yok, pahalı telefonum yok, öyle iphone filan meraklısı olmadım benim neyime işte en ucuzundan bir telefon aldım; bozulana kadar kullanırım. Bozulunca yine en ucuzundan başkası...) Ama sırf kedilere kuru mama, su koyuyorum diye beni zengin sanıp; haset ediyor! Eve girince ya tabak kıracağım, ya ayağım kayacak düşeceğim! Valla yemin ederim bir şeyler oluyor. Dinlere inanmasam da, gözlerden çıkan negatif enerjiye inanıyorum çünkü. Halbuki kaç kez felçli kedi tedavisi, hasta kedi tedavisi için parasız kalıp yazıcımı, bilgisayarımı, hediye televizyonumu sattım. Komşularım şahit. Gördüler çünkü

Neyse, çok yeni başıma gelen olay:

Çarşamba günü (12 Şubat günü) otobüsteyim. Yanıma yine Keçiörenli kocakarılardan biri oturdu. (Kocakarı diyorum ben 18 yaşında çıtırım ya 😂😂😂 Tabii ben de kocakarıyım bakmayın) Neyse, evli miyim, çocuğum var mı, bu soğukta niye dışarı çıktım? Meraklı Melahat!

Te Alla'm!

Mecbur oldum "Kursum var, kurstan dönüyorum" dedim.

- Ne kursu?

- Piyano (gülmeyin ne olur, hep içimde kalmıştı; ayrıca Bücürük'ün kaybının verdiği keder, boşluk hissi, 9 aydır geçmedi, geçmiyor.....terapi niyetine gidiyorum, hem de bunamamak, alzheimer vs. olmamak için....)

- Kaç para veriyon kursa?

- Yine para! Alla'm tüm bu para- para- para diyen kocakarıları vur öldür ! Cinayetten hapislerde çürü. Hayır; ismi T ile başlayan birini öldüreyim de değsin yattığıma. Ülkeye bir iyilikte bulunayım😂😂😂😂

(La, tamam insan merak edebilir de,  kolay mı? Zor mu?Bu yaşta zor olmuyor mu? Onları merak edebilir. Kolay değil tabii ki benim yaşımda....Evde piyano var mı, yok mu merak edebilir; yok bu arada evde piyano. Oyuncaktan hallice bir orgum var. Piyano kadar tuşu yok ama yetiyor, ömrüm olursa ucuzundan, dijital olanından, taksitle alırım bir gün belki....gerçek piyano zaten almam, hem maddi gücüm yetmez; hem de gerek yok. Gülsin Onay mıyım gerçek piyano alayım?😂😂😂neme gerek?)

Neyse, beni bıraktı karşında oturan yaşlı kadın dişlerini yaptırmış, geçmiş olsun demek filan hak getire hemen ona da sordu:

- Kaça yaptırdın?

Ben artık dayanamadım. Patladım!

"Neden sürekli her şeyin fiyatını soruyorsunuz?  Dişlerini kaça yaptırdın? Niye bir "Geçmiş olsun" demiyorsunuz? Sizin için dünyadaki en önemli şey para mı? Fiyat bilgisi mi? "

- Tabii önemli. Sorarız.. demezler mi! Ay! Ölür müsün? Öldürür müsün?😡😡😡

Bir komşumuz amca vardı. Emekliydi. Eniştesi bunu ne zaman görse

"Maaşın ne kadar oldu?"

diye sorarmış. Çünkü kıskanacak! Haset edecek! Bunun başka açıklaması yok. Mutlaka insanlara maaşını, emekli aylığını sorarlar. Ben, insanlara maaş sormam. En yakın aile üyelerime, kız kardeşime, canım yeğenlerime asla maaşlarını sormadım. Sormam. Ayıptır. Güle güle harcasınlar. Onlar da bana sormazlar. (Size maaşınızı, emekli aylığınızı soran oluyorsa, kıskanacağı için sorar sakın unutmayın ve asla söylemeyin.)

Sonra geçenlerde bir yazıma yazdığım şeyler aklıma geldi. Düğün oluyor, kız liste yapıyor:

Bir metre zincir,

Beş bilezik,

Altın kemer!

Kendisine ayrı, anasına ayrı, halasına ayrı şeyler istiyor! La, Sabancı'ların torunuyla mı evleniyorsun?

Yeminle erkek olsam listeyi caaaart diye yırtar,

"Evlenmiyorum lan! Git, bu listeyi alacak başka bi enayi bul onunla evlen!"

der, çeker giderim.

Yetmiyor, hadi evlendi. Gelini almaya gelecekler.

- Kapı açılmıyor! (para istiyor!)

- Duvağım açılmıyor! (para istiyor!)

- Gelin arabası geliyor, çoluk çocuk arabanın önüne atlıyor. (Para istiyor!)

Hangi ülkede iki insan evlenirken bu kadar para dönüyor?

Adamın teki, televizyona çıkmış. Cennet nasıl bir yer tarif ediyor:

"Yakuttan ağaçlar var, 500 katlı AVM var, ye, ye bitmez sofralar, yiyecekler var! "

La, öteki dünyada yakutu ne yapacağım? AVM niye olsun? Ayakkabı, çanta mı alacağız? Olsa olsa etten, kemikten değil; bir tür zihinsel - bilinçsel enerji/ ruh olarak bambaşka ve maddi olmayan bir boyutta olacağız yiyeceği, içeceği ne yapacağız? Ne AVM'si? Yok, döner - ayran? Valla bunlar insanı delirtirler kendilerine bir şeycik olmaz.

Sonuç olarak, dünyanın en paragöz insanlarıyız. ( Rızkını paylaşmayı sevenler, gözü malda, mülkte, bilezikte, altın varaklı rüküş koltuklarda, pahalı telefonlarda, lüks arabalarda olmayan istisnalar haricinde)

Halbuki bu dünyada en önemli şey para değil; huzur ve mutluluktur. O da alttaki gibi bir şeydir.

Mutluluğun resmi Abidin.


Ruh sağlığınız ve fiziksel sağlığınız yerindeyse, sevgi dolu bir aileniz, eşiniz, komşunuz, sizi koşulsuz seven kediniz, kuşunuz, köpişiniz varsa, mutlusunuz. Huzurluysanız, sizden zengini yok. Ha, diyeceksiniz ki, parasız olmaz. Tabii olmaz. Dedim ya kaç kez eşyalarımı sattım. Kaç kez çorba ekmekle karnımı doyurdum. Kaç kez ekmek parası var mı diye gardıroptaki giysilerimin ceplerimi kontrol ettim ama yine de anlattığım kocakarılar gibi parayı, hayatımın merkezine koymadım.

Ayrıca, parasız kalsanız da kedilerin duası yeter. Yine böyle yıllar önce, ekmek alacak param yok, yemeğim yok, azıcık peynir, zeytin var dolapta - kim bilir yine hangi kediyi klinikte tedavi ettiriyorum - kışlık mantoların ceplerini karıştırıyordum ki, bir çantanın içinden 50 lira çıkmaz mı? E, işte kedilerin duası dedim. Ben, "Bir ekmek parası çıksa yeter, çayım var, peynir filan var" derken, (o zaman ekmek 1 lira filandı), 50 ekmek parası çıkmıştı.


kaynak:Erzincan, Doğu Gazetesi

Ben, parasızlığı bilirim ama hayatımın odağı para değildir. Asla paragöz olmadım. Paragöz insanlardan da nefret ettim. Ne olur siz de paragöz olmayın. Bir, iki gün önce Erzincan'da birisi, kedisini taşıma sepetine koymuş, kapısını kapatmış, yanına da kuru mamasını, mama kabını koymuş ve sokağa, otobüs durağına bırakmış. Erzincan'da hava durumu diye tıkladım gece - 8. Sabah adamın biri bakmış ki, taşıma çantasının içinde soğuktan donarak ölmüş kocaman bir kedi! Hangi şımarık çocuğuna karne hediyesi için alındı? Ya da çocuklar istedi aldılar ama baktılar ki, koltukları tırmalıyor, yok kanepeyi tırmalıyor, (koltuk, kanepeye ucuzundan bir örtü serse sorun kalmayacak) yok yerler kum oluyor, yok masraflı geliyor diye başlarından attılar; çünkü otobüsteki iki kocakarının dediği gibi hayatlarının en önemli şeyi para. O kedinin - 8 derecede donması önemli değil. Haberin ayrıntıları fotoğrafın altındaki Doğu Gazetesi linkinde.

Çok yazdım, başınızı ağrıttım, kusura bakmayın. Buraya kadar okuyanlara çok teşekkür ederim.


11 Şubat 2025 Salı

TRAJİKOMİK HALİMİZ

 


 Bu videodaki şahsın "Öcalan gelsin, TBMM'de konuşsun" diyen ve Tayyip'le kanka olan kişiyle aynı kişi olduğuna emin miyiz? Yoksa uzaylılar kopyasını mı yaptı?  Eskiden siyaset için "çamur" denirdi şimdi tiksinti verir oldu.😡😖


NEDEN TÜRBANA KARŞISIN?

 

 


Yazımın başlığı "Neden türbana karşısın?" . Başını örten ve aynı sorunun cevabını merak edenler için kaleme aldım bu paylaşımı. Gerçekte, türbana değil, türbanın altında yatan zihniyete karşıyım. Türbanın temsil ettiği düşünce yapısına, kafa yapısına karşıyım. Hani kokoş, CHP'li, laikçi teyze diye dalga geçilen kadınlar var ya, işte onlarla da tek tek röportaj yapıp sormadım tabii ama aslında onların da türbana veya baş örtüsüne değil; onun altında veya onunla özdeşleşmiş zihniyete karşı olduklarından eminim.

Peki bu zihniyet kısaca - sizlere fenalık geçirtecek kadar uzun yazmadan - nedir derseniz işte mesela bir sebep: Hollanda'ya sığınmacı olarak giden ailenin, 18 yaşındaki kızları başını örtmek istememiş üstelik erkek arkadaş edinmiş. Aile, (anne, baba, iki abisi) ortak karar alıp kızı öldürüp denize atmışlar. Bu da haberin basındaki linki:

Kızlarını öldürüp denize attılar

Bir örneğim de yukarıdaki video (video açılmazsa lütfen söyleyin) 
Şimdi bu öğretmen(!),  bilimsel bir gerçeği çarpıtarak anlatıyor. O bardaktaki suyun akmamasının sebebi din değil, basit bir fizik olayı. Bilimi kasten çarpıtarak, çocukların ileride dincilerin, tarikatçıların eline düşmesini kolaylaştırıyor. Her şeyi "din" ile açıklamaya uğraşmak, hayatın en önemli şeyini, sosyal yaşamın merkezini, eğitimi, aileyi, evliliği, belediye yönetimini, siyaseti, bina inşa edecek mimarın düşünce yapısını aklınıza gelecek ve hayatımızı etkileyecek her şeyi "dini" şekilde algılamak, dine göre ayarlamak, yaşamak, dinlere uydurmak... Bunlar ilk aklıma gelen tehlikeler. Yani, türban değil konu. Yoksa istersen kafana huni tak öyle gez bana ne. 😂😂😂
 
Bakın bu öğretmen her kimse, çocuklara "Peygamber efendimiz Allah'ın elçisidir" diye öğretiyor. Hepimize öyle öğretildi. Ben de öyle öğrendim. Sormadan doğru kabul ettik. Dinler öyledir. Sormazsın, araştırmazsın. Akıl hastalıkları hastanelerinde yatan hasta koğuşlarında yüzlerce hastanın

"Ben peygamberim, Allah'tan vahiy alıyorum, Tanrı ile konuşuyorum, onunla sohbet ediyorum, rüyama giriyor, bana emirler veriyor...."

dediğini ise öğretmediler. Bunları oradaki uzman doktorlar, hemşireler, staj yapan psikoloji, psikiyatri öğrencileri ve tabii "peygamberlerin" yakınları, akrabaları biliyor.

Her şeyi, tüm hayatı, dinle biçimlendirirseniz neler olur sorusuna kendiniz hayattan örneklerle rastlarsınız. Mesela geçen "Hakkını helal et" başlıklı yazımda bir örneği vardı. Üçkağıtçılık yapıyor ama "dini" referanslarla kendini akladığını ya da beni rahatlattığını zannediyor. Vaktiyle bir mağazanın güvenlik kamerasına yakalanan hırsızın mağazayı soğup soğana çevirirken raftaki Kur'an' ı alıp öpmesi gibi trajikomik.

Kaçak kat çıkıyor, belediyede rüşvetle ruhsat alıyor, kolon kesiyor ama

"Allah korur"

diyerek tüm apartmandaki insanların hayatıyla oynuyor.

Afrika'nın - çok affedersiniz - kıçını yıkamayı bilmeyen ilkel kabilesinden kaçıp ülkemize gelmiş, burada hırsızlık, uğursuzluk, kim bilir bilmediğimiz başka neler yapıyor; bir de çocuk peydahlamış ama bizim "dinci" yaşam heveslisi tipler bunu " ümmet, mümmet, dini" şeyler adına hediyelere boğuyorlar; çünkü ileride bir seçim olursa, dinci partiye oy atacak potansiyel seçmen olarak görüyorlar! Uyuşturucu kuryesi de olsa ileride bir seçim olursa başı örtülülere oy atar, laiklere değil. Bu kişi işimize yarar diye düşünüyorlar.

Ben bu konuda daha çok örnek, polisiye vaka yazarım ama başınızı ağrıtmak istemiyorum.

İlkokuldaki çocuğuma depremlerde insanların ölmesini, depremlerin oluşunu mini etek giymeye, zinaya bağlayacak öğretmen istemiyorum ben.

Depremler bir jeolojik olaydır, Ay'da ve pek çok gezegende de depremler olur. Yer altı hareketleri olur diye öğretecek laik sistem istiyorum. Küçük çocuklar gerçek ile gerçek olmayanı birbirinden ayıramazlar o yüzden onları dinle kandırmak kolaydır bunu da istemiyorum. Küçücük kafasını

"Zebaniler, cehennem ateşleri, korkutucu bir Tanrı kavramı"

ile doldurup psikolojisini bozmak, daha 7 yaşında psikolojik travma yaratacak öğretmenler, imamlar istemiyorum. Okulda imamın işi ne? Kimsenin benim çocuğumun psikolojisini bozmaya hakkı yoktur. Çocuktur, düşer, dizi kanar ama üç gün sonra bilemedin bir hafta sonra geçer ama insanın psikolojisinin düzelmesi çok zordur. Böyle büyütürseniz, Hollanda'daki aile gibi biri olur çıkar. Başını örtmek istemeyen kız kardeşini veya ablasını öldürür ve pişmanlık duymaz. Dinim emretti, doğrusunu yaptım, kardeşim yanlış yoldaydı der. İşte türbanın temsil ettiği, türbanın altındaki kafa yapısı bu ve bunu istemiyorum; çünkü doğru değil; çünkü tehlikeli. 

Tüm bu yukarıdaki örneklerin sakıncalarını anlayamadıysanız kusura bakmayın ama siz kayıp vakasınızdır. Ha, başınızı örttüğünüz halde benim bu saydığım endişelerimde haklı olduğumu biliyorsanız, siz de benim gibi düşünüyorsanız, o zaman mesele yok. Başınız örtülü de olsa, kafa yapısı olarak, düşünce yapısı olarak laiksinizdir içim rahatlar. Kaç kişi böyledir onu da bilemiyorum. Benim en, en, en sevdiğim, biricik komşum da türbanlı ama bu Suriyeli aile gibi asla değil zaten öyle olsa ( deist olduğumu, dinlere inanmadığımı biliyor; ben söyledim çünkü) konuşmazdı benimle, yüzüme bakmazdı, komşuluk da yapmazdı. Kızılcık Şerbeti dizisinde başı sımsıkı türbanlı Pembe Hanım'ın

"Atatürk olmasaydı halimiz haraptı. Ne yapardık?"

diyerek balkonuna cumhuriyet bayramında bayrak astığı bölüm vardı. Keşke her türbanlı tatlış komşum veya Pembe Hanım gibi olsa o zaman sorun kalmaz ama maalesef yukarıdaki videodaki gibi örnekler, Hollanda'daki Suriyeli aile gibi örnekler de çok.

Bu durumda iş sizlerin sağduyusuna, aklına, vicdanına kalıyor.

Ya laik olacağız; ya Afganistan'a, Suriye'ye, İran'a döneceğiz.

Not:  Video ve fotoğrafları sosyal medyada görüp kopyaladım yapıştırdım. Bunların sahibinden izinsiz aldım ama Twitter'da "Paylaş" seçeneği vardı. Benim kendi videom, kendi sosyal medya hesaplarım değil. (Önceki yazılarımdaki videolar, Twitter hesapları da bana ait değildir. Tanımadığım kişilere aitler)

10 Şubat 2025 Pazartesi

YEŞİM 10 (ROMAN)

Fatma haykırdı:

"Hayır! Hayır! Hayır! Hayır! Allah'ım n'olur onlara bir şey olmasın! Hüseyinime, Burakcanıma bir şey olmasın. Kimseye bir şey olmasın. Kimse ölmesin. N'olur Allah'ım! "

Sağına, soluna şaşkın şaşkın baktı. İçeri koştu, çantasını, cep telefonunu aldı. Kapının anahtarını alacaktı ki, yere düşürdü; eğilip tekrar aldı, ayakkabısını bir türlü giyemedi, sağ tekini, sol tekini birbirine karıştıracak kadar afallamıştı. İçinden dualar ediyor, kötü düşünmemeye çalışıyordu. Anahtarı aldığı halde kapıyı aralık bıraktığının  farkında değildi. 

 "Kötü bir şeyler olacak olsa, bugün içimden gelip mantı açmazdım....niye içimden geldi? Çünkü akşam hep beraber olacağız sofrada......tabii ya...." 

diyordu. Asılmayı bekleyen çamaşırlar mavi sepette beklerken, koşa koşa dolmuş, minibüs bulmaya gitti. Sarmanlar, tekirler,  minnoşlar kapının aralık olduğunu hemen fark ettiler ve içeri doluştular. Uzun tüylü, kara kedi "Oh! Ne konfor!" diyerek sedirde uyumaya başladı, tekir mutfağı kolaçan etti, açıkta yiyecek yoktu; döndü ve karanın yanına uzandı,  sarman ise kirli sepetinin içinde uykuya daldı. 


Aynı saatlerde, Serdar'ın babasının yorgun kalbi, oğlunun düğün gününün skandalla son bulmasına ve biricik evladının depresyona girmesine dayanamadı. Günlerdir içine atmıştı. "Kolum!" diyerek olduğu yere yığıldı. Hemen, İstanbul'un en iyi kalp doktorlarının olduğu bir özel hastaneye doğru yola çıktılar. Araç, siren çala çala giderken, paramedik, saçları beyazlamış, hafif göbekli, yaşlı adama sedyede kalp masajı yapıyordu. Eşi, hem dua ediyor; hem de Binnur'u suçluyor ve içinden 

"Hep o Binnur'un yüzünden! Oğlumu mahvetti, babası ondan çok üzüldü, tek oğlu. Biricik evladı. Nasıl üzülmesin? Dayanamadı kalbi işte."

diyordu. Kadının 90 yaşındaki annesi de evinde düşüp; kalçasını kırmıştı ve kalça ameliyatı olmuştu. Fizik tedavi yapıyorlardı. Neyse ki, çok dinç bir kadındı. Her gün hastaneye gidiyordu. Şimdi hem eşi, hem annesi ne yapacağını şaşırmıştı. Aksilikler, felaketler üst üste gelir denir ya. Aynı öyle olmuştu. 



Göçük sonrası madenin önü ana baba günüydü ve ambulanslar, itfaiye, kurtarma ekibi, arama köpekleri, çekim yapan tv kanalları ve yakınlarından haber bekleyen endişeli  insanlarla doluydu. Kalabalıkta, anne kız birbirlerini buldular. Ama Burakcan'dan da, Hüseyin'den de haber yoktu.

"Saatler geçti. Kurtarma çalışmaları devam ediyordu. Hava karardı. Bulutsuz yaz gecesinde yıldızlar ışıl ışıl parlıyordu. Fatma, kızına moral vermeye çalıştı:

" Ağlama kız! Benim de moralimi bozma! Şimdi alkışlarla, ıslıklarla herkes sağ salim çıkacak, baban ve kardeşin de..."

"Anne? Bir şey olmamıştır di mi?"

"Olmamıştır kızım...ne kazalar atlattı baban..."

"Burakcan bi çıksın, iyi bir fırça çekeceğim ona."

"Sen mi, ben mi? Haylaz çocuk! Senin madende ne işin var dedim ama dinlemedi. İlla görecekmiş. Kızım, dur. Konuşturma beni, duamı şaşırdım. Sen de dua et."

Polisler, güvenlik sebebiyle barikat kurmuş, bekleşenleri yaklaştırmıyordu. Saatler geçmek bilmiyordu. Derken, babalarının arkadaşı Adem, yüzü simsiyah, ikisinin yanına geldi. Elinde bir baret tutuyordu. Fatma adama sordu:

"Adem abi, kurban olayım bişi söyle! Yaşıyorlar değil mi?"

Ama Adem konuşamıyor, Fatma'ın yüzüne bakamıyordu. Gözlerine dikkatle bakınca akıttığı siyah göz yaşları fark edildi.


"Başın sağ olsun bacım....maalesef ikisini de kurtaramamışlar....yedi şehidimiz var, Hüseyin de son anda oğlunu çıkartmaya çalışmış ama ..... "

Adem, cümlesini tamamlayamadı. Hani bazen kıyamet günü nasıl olacak deriz ya, işte o gün Fatma ve Yeşim için kıyamet günüydü. Sanki, galaksiler çarpışmış,  obur bir kara delik, yıldızları, gezegenleri yutmuş, dünyanın ekseni yamulmuş, kutuplar yer değiştirmişti.

Ertesi gün, mezarlıkta ikisi Hüseyin'in ve oğlu Burakcan'ın olmak üzere, bayraklara sarılı yedi tabut yan yana dizildi. Sadece ağlama ve hıçkırık sesleri duyuluyordu, bir kolundan Yeşim, diğer kolundan annesi tutmasa, Fatma'nın dizleri tutmayacaktı. 

Göl Büyücüsü ile deli sandığı oğlanın hikayesini kızına anlatabilse, belki biraz teselli olurdu ama anlatamazdı. 

Ölüm karşısında çaresiz olan insanoğlu önce şoke olur, sonra inkâr etmek ister, kimi isyan eder ve nihayet kabulleniş gelir. Fatma, isyan aşamasındaydı. Cenaze dönüşü evin kapısı ardına kadar açık ve önü ayakkabı doluydu. Fatma, kolonyalarla, limonlu sularla ayakta durmaya çabalıyordu. Halasının kızı hemşireydi ve arada tansiyonunu ölçüyordu. İçeriden "Yaaasiiin, vel Kuranıl hakimmm..." ve hıçkırık sesleri geliyordu. Fatma'nın ve Hüseyin'in akrabalarından üç kadın helva yapmak için mutfağa girmişti. Un ve tereyağında kavrulan süt kokusu küçük odayı kapladı. Bahçedeki kediler bile şaşkındı. Olağanüstü bir gün olduğunun farkındaydılar. Yeşim'in ağzını bıçak açmıyordu. Güzel yeşil gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Daha ÖSS'yi kazanacaktı, resim öğretmeni olacaktı. Küçük kardeşi de maden mühendisi olacaktı. Bunların hayalini kuruyordu babası. Şimdi ne olacaktı? 

Devam edecek...

Yazan: Müjde Dural
Not: Bu romandaki kişiler ve kurumlar hayalidir. Gerçek kişi ve kurumlarla alakası yoktur. İsim benzerliğidir.


8 Şubat 2025 Cumartesi

HAKKINI HELÂL ET

Bu yazımı yıllar önce yazmıştım ama sonra silmiş olabilirim. Okuyanlar için ikinci baskı olacak.

Neden tekrar yazdım? Bugün blog arkadaşlarımdan Aforizmik Kalıntılar'ın 
6 Şubat depremiyle ilgili yazısına yorum yazdıktan sonra toplum olarak iş ahlâkımızın olmadığını bir kez daha hatırladım. İş namusu olmayan, paraya tapan ve maalesef epey zeka özürlü bir toplum olduğumuz bir kez daha kafama dank ettiği için yazdım. İş ahlakı olsa 6 Şubat depreminde belki kimsenin burnu kanamazdı. Japonya'da öyle oluyor çünkü binaları sağlam yapıyorlar. 8 şiddetinde depreme bile dayanıyor. Kimse ölmüyor ya da çok az kişi ölüyor.

Yıllar önce kombimiz bozuldu. Kendi servisini çağırdık. Her zaman öyle yaparız çünkü kendi servisi işini daha iyi yapar diye güveniriz. İki adam geldi, baktı, etti, uzatmayayım. Bir şey kartı bozulmuş dediler. Epey de pahalıydı. Bayağı pahalıydı! Rakama inanamamıştım hatta.

"Arabada var"

diyerek ambalajsız bir şey getirdiler.

"Bu, böyle ambalajsız mı satılıyor?" dedim. İşkillendim.

"Arızaya giderken kart arızası olur diye yanımızda getiriyoruz. Kolaylık olsun diye paketini açıyoruz"

öyle bir şey dediler.

Yeni kartı taktılar, para o kadar yüksekti ki, evde o kadar nakit bile yoktu; yanlarında POS cihazı olduğu için kredi kartıyla ödediğimi hatırlıyorum.

Tam giderken bir tanesi

"Hakkınızı helal edin"

demez mi!

Allah! Ben, içimden EYVAH! dedim. Şimdiye kadar kaç evde oturduk, hepsinde kombi illa ki, bozuldu veya başka arızalar için tamirci geldi, servis geldi. Tamir bitip giderken hiçbiri "Hakkını helal et" dememişti. Niye desin? Komşun başka eve taşınır veya uzak bir seyahata çıkar da adetten "Hakkını helal et" der. Tamirci niye benden helallik istiyor? Tanımam, etmem, ilk kez gördüğüm insan!

Hemen kız kardeşime telefon açtım. " Böyle, böyle...valla ben bu işten işkillendim" dedim. O da tuhaf buldu "İnşalllah olmaz" filan dedi. Kendime "Paranoya yapıyorumdur inşallah" diyordum ki, daha birkaç saat sonra kombi yine arızaya geçti. Aynı arızanın tıpatıp aynısı! Aynı arıza numarası yanıyor ekranda! Arızanın sesinden anlıyorum zaten. Bir çatırdı akabinde bir rakamlar çıkıyor ekrana! Bu arada çoktan akşam olmuştu.

Hemen servisi aradım. Sekreter kıza ambalajsız, daha önce açılmış bir kart taktıklarını söyledim. Helallik istemelerinden şüphelendiğimi bile anlattım. (E, onlar kaşındı) Ertesi gün bu defa başka iki usta geldi. Helallik isteyen ustalar gelmedi. Ambalajında bir kart getirip, gözümün önünde açtılar ve taktılar. Kombi de düzeldi. ( Yıllar geçti dedim ya, bu ara yine her gün arızaya geçiyor, resetliyorum, tekliyor yani....inşallah yaza kadar idare eder hiç tavsiye etmem Baymak marka.)

Ha, şimdi diyeceksiniz ki, bu "Hakkını helal et" ne?

Adamlar ahlaksızlık yapmışlar. Başka kombinin arızalı kartını mı taktılar artık bilmiyorum. Kötülük yaptıklarını, ahlaksızlık yaptıklarını da biliyorlar ve o yüzden - haklı olarak şüphelenmemi sağlayan-

"Hakkını helal et" cümlesini söylediler. Şimdi bunlar dindar (!) ya. Olmayan beyinleriyle

"Hakkımızı helal ederse günaha girmeyiz" diye düşündüler. Büyük ihtimal akraba evliliği de yaptıkları için olmayan zekaları iyice düşüktür. Zaten çok zeki olsa okur; doktor filan olur, kombi tamircisi olmaz. (Sonradan not: İşini dürüst, ahlaklı yapan tamircileri tenzih ederim. Tabii ki, herkes doktor olacak diye bir kaide yok. İşini dürüst yapsın, müşteriyi kandırmasın, aldığı ücreti layıkıyla alsın...tamirci, kasiyer, kurye, garson meslekleri aşağılamıyorum yanlış anlaşılmasın. )

Kısaca "Dinimiz var" diye iş ahlakı, iş namusu, iş disiplinine ihtiyaç duymuyorlar. Bana o bozuk kartı yeni kart parasına sattı. Helallik de istedi! Ertesi gün Cuma namazını da kıldı mı tamam. Hele oruç da tutarsa bir ay tüm günahlar gitti, bitti. Oh! Ne güzel dünya!

Akılları böyle çalışıyor. E, ben boşuna mı dinlere gıcığım? 

Ha, bu tek örnek mi devamını da başka yazıya saklayayım. Hepsi de böyle namazında, niyazında esnafla yaşadığım şeyler.


3 Şubat 2025 Pazartesi

YEŞİM 9 (ROMAN)

Ertesi gün, Zerrin ve Cem,  bir AVM'nin sinemasında buluştular. Koltukları yan yanaydı ama birbirlerini tanımıyormuş gibi yaptılar. Cem, kızdan daha önce gelmişti. On beş dakika sonra kapüşonlu ceketiyle Zerrin de adamın yanına oturdu. Kimse şüphelenmesin diye elinde patlamış mısır paketi vardı. Film, arabaların havaya uçtuğu, helikopterlerin binalara çarptığı  bir aksiyon filmiydi. Dolby stereo ses sistemi ile kimi sahneler insanın kulak zarını delecek Desibel'de ses çıkartıyordu.


Cem, elindeki bir avuç patlamış mısırı ağzına atan Zerrin'e göz ucuyla baktı ve fısıltıyla,

"E, versene hadi kolyeyi." deyince, kız;

"Bekliyorum." diye cevap verdi.

"Neyi bekliyorsun?"

"En gürültülü sahneyi."

Cem, 

"Allah! Allah! Niye?"

diye sorarken, beyaz perdede film gereği yakıt tankları peş peşe infilak etmeye başladı. Ses, kulakları sağır edecek kadar yüksekti ve o yüzden, kimse, Zerrin'in elindeki susturuculu silahtan çıkan boğuk sesi duymadı. Hemen yakın mesafeden ateş etmişti. Cem'in başı öne düştü. Filmi beğenmemiş de uyuyor gibiydi.

Zerrin, babasının odasından aldığı silahı, tekrar çantasına koydu. Kapişonunu gözlerine kadar çekti, karanlıkta salondan çıktı. Yüzü sürekli öne eğikti. Caddeye çıktı ve kalabalığa karıştı. Sonra eve gitti, silahtaki parmak izlerini iyice sildi ve babasının çekmecesine geri koydu. Çok zengin bir aileye sahip olmanın faydası diye düşündü. Hırsızlara karşı evde tabanca olduğunu biliyordu. Siyah gözlük ve kapişonlu ceketiyle kim olduğunu kimse anlamayacaktı. Film bittikten sonra herkes çıktı. Elinde fener, yer gösterici genç, hâlâ koltuğunda başı önünde oturan adama baktı:

" La bu kadar gürültülü filmde uyuyanı da ilk kez görüyorum."

diye mırıldanarak Cem'in yanına geldi ve omuzundan dürttü.

"Beyefendi, film bitti..."

Adamın başı önüne düştü, çocuk ayağının altında kaygan bir şeyler hissedip el fenerini tutunca yerdeki kan gölünü gördü.

"Aaaahh! İmdaaat!"

Zeminde kanlı ayakkabı izleri bırakarak; koşa koşa dışarı çıktı. Güvenliğe seslendi.

"İmdat! Koşun! İçeride bir adam var, öldürmüşler!"

Güvenlik, koşarak salona giderken, sonraki seansı bekleyenler "Aaa! diyerek şaşırdı. Herkes şoke olmuştu. Biletleri iade etmeye başladılar. Kimse salona girmek istemiyordu.

Sıradan suçlular aptal ama sosyopatlar, psikopatlar zeki olurlar. Bu zekâya bir de maden sahibi bir babanın kızı olmanın şımarıklığı ve aşk kıskançlığı eklenince ölümcül bir karışım ortaya çıkmıştı. Böylelerine tarihte, siyasette sık rastlanır. Kendini üstün hissetme, her istediğini elde edebilme, yoluna çıkanları bertaraf edebilme ve bu uğurda cinayet işlemek pişmanlık duyulmayan bir alışkanlık olur. Bakalım Zerrin'in yoluna daha kimler çıkacaktı?

"Yapmak zorundaydım, yapmasaydım ömür boyu şantaj yapacaktı, verecek kolye, molye kalmayınca, polise verecekti" diyordu Zerrin kendi kendine.

Sinirlerini boşaltmaya, ağlayacak bir omuza ihtiyacı vardı. Bir cinayet işlemişti. Sırtına bağlı koca bir kaya var gibiydi. Annesine kolyesini kaybettiğini söyleyecek sonra da "buldum" diyecekti. Eve girince salya sümük ağlamaya başladı. Annesi ve yardımcı kadın başına koştular.

"Zerrin! Kızım! N'oldu? Biri bir şey mi yaptı?"

"Kolyemi kaybettim. 18. Yaş günümde hediye ettiğinizi."

"Aaa! Canın sağolsun! Valla biri bir şey yaptı sandım. Yenisini alırız kızım."

Yardımcıları Zerrin'e kolonya, su getirdi. Kız, annesine sarıldı, "Ben birini öldürdüm anne!" demek için tutuşuyordu aslında. Bir dese işte o zaman sırtındaki kayadan kurtulacaktı. Sinirlerini yatıştırmak için banyo yapmaya gitti. Bir taraftan da adam ya ölmezse diye ödü patlıyordu.

"Ölmeyi hak etmişti. Haklıyım ben. Haklıyım. Haklıyım. Haklıyım. Haklıyım."

Sonraki günlerde çalınan her kapı zilinde yüreği hop etti, sokakta yürürken kazara yanına polis gelse veya arabayla giderken aynadan ekip arabasını görse eli, ayağı titriyordu. Ama en önemlisi Cem'in ölüp ölmediğinden emin olmamasıydı. Bir şekilde öğrenip içini rahatlatması gerekiyordu. Ya ölmediyse? Hastanede filansa? Komadaysa? Ayılıp "Beni Zerrin vurdu." derse? İnternette haberleri aramayı akıl etti.

"Sinemada infaz" başlığını gördü. Tıkladı. Bingo! Cem Çınar isimli bir erkeğin sinemada vurularak infaz edildiğini ve adamın kurtulamadığını yazıyordu. Derin bir "Oh!" çekti. Haberi Binnur okursa ne olacaktı bilmiyordu. Korktuğu olmadı. Binnur,  kim rüküş olmuş, kim şık olmuş haberleri dışındaki manşetlere bakmazdı. Dolayısıyla, polis bu cinayetin Binnur'un videosuyla bağlantısını kuramadı. Hapçı ve kumarbaz olduğundan alacaklı biri tarafından infaz edildiğini düşündüler.


O sırada Yeşim ve en iyi arkadaşı Elif, teneffüste sınıfta oturuyorlardı. İkisinin de elinde kağıt bardaklarda çay vardı. Bir simidi ikiye bölüp, paylaştılar.

"Mmm...simit ve çay en sevdiğim ikili."

"Aynen....bir de kuru fasulye - pilav."

" Kısır ve turşu!"

"Lahmacun ve ayran!"

"Oofff... Bu arada annem diye demiyorum şahane kısır yapar. İçine bilmediğin otlar koyuyor. Oy, oy, oy."

"Ay! Canım çekti Yeşim yaa!"

"Şu ÖSS bir bitsin, bir gün bize gidelim. Annem kısır yapsın. "

"Ayyy! Tamam."

Elif, ağzı dolu, aniden aklına gelmiş gibi telaşla, elini sırt çantasına attı ve İngilizce bir ders kitabı çıkarttı. Kızın hayali İngilizce öğretmeni olmaktı. Lokmasını bitirip Yeşim'e kitabı gösterdi:

"Sahi unutuyordum, bak sana ne göstereceğim? Görür görmez Yeşim bunu mutlaka görmeli dedim."

dedi ve kız merakla beklerken, sayfaları karıştırıp, belli bir yere gelince Yeşim'e verdi.

"Hah! Bak, bakalım burada ne var?"

Sayfaya bakınca, Yeşim'in zümrüt gözleri kocaman açıldı:

"Aaa!"

Sarışın, gözlüklü bir genç kadın, başında madenci bareti, üzerinde mavi işçi tulumuyla, maden ocağında kameraya poz vermişti. Arkasında sarı iş makinaları duruyordu. Elif, gülerek atıldı:

"İlgini çekeceğini biliyordum. Kadın maden işçileri."

"Çekmez olur mu? Ay, hangi ülke bu Elif? Bana çevirsene, İngilizcem iyi değil."

"Avustralya. Ama yazdığına göre, Rusya, Amerika ve daha birçok ülkede kadınlar da maden işçisi oluyormuş. Gayet normalmiş onlarda."

"Ne de hoş kadın. Helal olsun valla..."

Elif, kitabı tekrar kendisine uzatan Yeşim'e

"Sende kalabilir. Okuduk bitti. Şimdi ikinci kitaba geçeceğiz." dedi.

"Emin misin? Sonra tekrar lâzım olmasın? İstersen bu sayfanın fotokopisini çektireyim."

"Gerek yok canım, işledik, bitti, yeni kitaba geçtik."

deyince, Yeşim sevinerek kitabı aldı. Kadınların da babası gibi yerin yüzlerce metre altında çalışmasına hayran kalmıştı. 

O esnada, Fatma, evde tek başına sıkılmıştı. Eşi madende, Yeşim dershanede, küçük oğlu da kumanyasını almayı unutan babasına kumanya götürmek için madene gitmişti ama asıl amacı başkaydı.

"Babamı bir kez madende çalışırken görmek istiyorum anne, usta izin verirse aşağı inip ocağı göreceğim. Çok merak ediyorum nasıl bir şey yerin 600 metre altında olmak"

diyordu. Çocukların madene inmesine izin verilmiyordu ama Hüseyin'i çok seven usta başına çok dil dökerse, ikna edeceğine emindi. Fatma, can sıkıntısını gidermek için mantı açmaya karar verdi. Eşi de, çocukları da mantıya bayılırdı. Yere kareli, beyaz sofra örtüsünü serdi, üstüne hamur tahtasını koydu, kollarını sıvadı. Bismillah dedi ve başladı. Hem kocasına, hem çocuklara sürpriz olacaktı. Üzerine sarımsaklı yoğurt, nane, sumak ve pul biberli kızgın tereyağı da dökünce parmaklarını yiyeceklerdi. 

Öğleden sonra mantı bitti, biraz dinlendi; makineden çamaşırları alıp, bahçeye çamaşır asmaya çıkarken, kızı ve diğer öğrenciler, sınıfta pür dikkat tahtaya bakıyor ve hocayı dinliyorlardı:

" Alüvyal topraklar akarsuların taşıyıp biriktirdiği sulardan oluşur. Mineral ve organik maddeler bakımından çok zengindirler. Ülkemizde alüvyal topr...."

derken kulakları sağır edici bir siren sesi kasabada yankılandı ve öğretmen cümlesini bitiremedi. Siren,  madende kaza ya da göçük olunca çalardı. Yeşim'in hemen aklına babası geldi ve elindeki kalemi düşürdü. Bahçede çamaşır asan Fatma'nın yüzü bembeyaz oldu; elindeki mandallar bir yana, nevresim bir yana gitti. 

Devam edecek....

Yazan: Müjde Dural
Bu romanımdaki kişi ve kurumların gerçek kişilerle ilgisi yoktur, hayalidir.