14 Ekim 2024 Pazartesi

BİR SEVİNİRSİN, BİR ÜZÜLÜRSÜN

Epeydir canım hiçbir şey yazmak istemedi. Uzun bir grip midir nedir atlattım. Belki Covid varyantı filandı; bilemiyorum; çünkü test yaptırmadım. Komşumla birlikte gittik devlet hastanesine. Tansiyonumun 4, nabzımın 129, EKG'min anormal olduğu yazılı bir elektro kâğıdı verdiler elime, sağ olsun tuzlu ayran aldı komşum Habibeciğim kantinden. Serum filan taktılar, sonunda "üşütmüşsünüz" dediler, birlikte eve gittik. Bence ne üşütmek, ne Covid. Bücürük'ümün acısı. Neyse şimdi geçti ama hâlâ öksürüyorum. O da geçerse tam iyileşmiş olacağım. 

Bu arada bir sevindiğim, bir de üzüldüğüm şey oldu.

Sevindim

Çok çok sevdiğim bir komşumun kızı türbanını çıkarttı; dini hurafelerle beyni yıkanmayan bir genç kız nasıl giyinirse öyle giyinmeye başladı. Çok sevindim çok. 😍😍😍😍

Üzüldüm. 

En üst katımdaki komşunun on bir (11) yaşındaki kızını bildiğiniz kara çarşafa sokmuşlar. Pencereden görünce iki elimle ağzımı kapatmışım şoktan. 

Geçen yıl okuldan almışlardı, medreseye (bu çağda medrese! Anladığım kadarıyla laik eğitim sisteminin tam karşıtı şeyler öğretiliyor) gidiyormuş. Sakallı ve çatık kaşlı bir adamın direksiyonda olduğu bir servis aracı geliyor ona binip gidiyordu. Bu aralar pek görmüyorum. Ya ben rastlamıyorum ( kedilerim geldi mi diye sık sık pencereden bakıyorum. İki anne kedim var gelip giderler, yavruları pofuduk pofuduk olmuşlar çok mutlu oldum)ya da medreseyi de bıraktı ve tamamen eve kapatıldı. 

On bir yaşında! 😕😖😟😡

On bir yaşında ve kara çarşafla geziyor! 

On bir yaşında ve okula gitmiyor. Gönderilmiyor!


18 Eylül 2024 Çarşamba

GRİP ve TEŞEKKÜR (yorumu)


Arkadaşlar yeni yazdığınız yazıları okumaya gelemiyorum, bir haftadır çok hastayım

4 Eylül 2024 Çarşamba

GÖNDERİLMEMİŞ AŞK MEKTUPLARI


(Rahmetli annemin açık mavi, tüllü şapkası)

1960 yazıydı. Annelerimizin gardıroplarında kombinezon, jartiyer ve arkası dikişli ince çorapların olduğu günlerdi. Yuvarlak kutular içinde çiçekli veya gözlere kadar inen tüllü şapkalar da olurdu. Ben, Zeynep ve Leyla. On üç yaşında üç kız, aynı apartmanda oturuyor, aynı okula - Ayrancı İlkokulu'na - gidiyorduk. Ayrılmaz üçlüydük. O zamanlarda bilgisayarın, cep telefonunun adı bile duyulmamıştı. Çamaşırlar merdaneli makinede (bizimkinin markası NurMetal'di hâlâ hatırlarım), bulaşıklar elde yıkanırdı. Evlerimizde ev telefonu bile yoktu. Sadece Zeynep'in babası doktor olduğu için onların evinde parmağını yuvarlak deliklere sokup, "ÇIIIRRTT" diye çevrilen, siyah, ahizeli bir telefon vardı. Şimdiki gençlerin, Z kuşağının hiç görmediği bir şey.



Televizyon da Türkiye'ye henüz gelmemişti. O yüzden bol bol sinemaya giderdik ve üçümüz de William Holden'e aşıktık. Daha doğrusu ünlü film yıldızlarına duyulan çocukça hayranlık diyeyim. Çocuğuz biz daha ne aşkı?

(Piknik filminden bir sahne)

Yan yana dizilmiş, şimdi yerinde yeller esen Çankaya Sineması'nda Piknik filminin afişine baygın gözlerle bakıyorduk. Filmin esas kızı bal rengi gözlü Kim Novak; esas oğlan da mavi gözlü, yakışıklı William Holden'di.


"Ay! Çocuklar, birbirlerine ne kadar yakışıyorlar."


diyor, iç geçiriyorduk ki, Leyla'nın aklına bir şey geldi:


"Kızlar, mektup yazalım; imzalı fotoğrafını isteyelim mi?"


Fikri beğenmiştik ama adresi nereden bulacaktık? Şimdiki gibi bilgisayar, internet, ünlülerin sosyal medya hesapları filan yoktu ki.


"Mektupları yazalım, adresi bulunca göndeririz" dedik. Babalarımızın dolma kalemlerini alıp, pembe pelür kağıtlara yarım yamalak İngilizcemizle, büyükler görmeden


"Dear Mr. William Holden..."


ile başlayan ve


"Sizi çok seviyoruz. Bugün arkadaşlarımla Piknik filmine ikinci kez gittik. Biz, Ankara, Türkiye'de yaşıyoruz. Lütfen bize imzalı bir fotoğraf gönderir misiniz? Çok seviniriz."


diye devan eden, selamlar ve iyi dileklerle biten mektuplar göndermeye başladık.



"Kızlar, ben mektubun sonuna öpücük de koydum."

"NEEE? Nasıl yaptın ki?"


"Annem, bulaşık yıkarken, tuvalet masasında rujunu sürdüm sonra kâğıdı öptüm, öyle güzel ruj izi çıktı ki, sonra hemen sildim dudaklarımı annem görmesin diye."


Üçümüz de kikir, kikir, kikirdedik. Zaten annelerimiz evden gidince rujlarını, allıklarını sürmek, kalem topuklu ayakkabılarını giymek en sevdiğimiz şeydi. Mektuplar zamanla birikti. Anne, babalar görüp, kulaklarımızı çekmesinler diye onları saklayacak bir zula bulmak gerekiyordu. Zeynep imdadımıza yetişti:


"Teyzemin kahve sehpasının kenarında kimsenin bilmediği incecik bir yarık var. Oradan içeri atalım."



Böylece mektuplarımız ceviz ağacından oyularak yapılmış, aslan ayaklı sehpanın içindeki gizli bölmeyi boyladı. O arada Hayat Mecmuası, Ses Mecmuası gibi dönemin ünlü dergilerinden William Holden'in adresini istedik ama işe yaramadı.


"Yahu, Amerikan Sefareti burnumuzun dibinde. Onlara söyleyelim."


Çankaya'da oturmamız avantajımızdı. O yıllarda büyükelçilikten çok "sefaret" kelimesi kullanılırdı. Etrafımız çeşitli elçiliklerin binalarıyla doluydu. Sokaklarda dolaşırken sarileriyle Hint kadınlarına, çekik gözlü Japonlara sık sık rastlardık. Kâğıt, kalem aldık ve yürüye yürüye Amerikan Sefaretine gittik. Parmaklıklı kapının yanında bir nöbetçi kulübesi vardı ama ne kadar yalvarsak da eli boş döndük. Bıyıklı adam bizi içeri almadı.


"Pis adam!"


"Löööö!"


diye dil çıkartıp, benzer sözler söyleyerek kaçtık. Adamcağız da sabırlıymış. İntikam olsun diye biraz sonra elimizde makaslarla gittik. İki metre demir parmaklıklardan dışarı taşan güllerden bol bol kestik, eve götürdük. Nasıl güzel kokuyorlardı anlatamam.


Piknik'ten sonra başka filmler de geldi. Sabrina, Aşk Çok Güzel Bir Şeydir, Paris'te Aşk Başkadır gibi. Hepsine bir, iki kez gittik. Annelerimiz kızmasa daha da çok gidecektik. Gişedeki adam artık üçümüzü de tanıyordu.


"Yine mi siz?"


"Evet yine biziz, sana ne? Saman ye! Daha doymazsan beni ye!"


Nasıl da şımarıktık. Çocukluk işte. 😆 On üç yaş nedir ki? Böylece baharlar baharları, kışlar kışları kovaladı. Yerler kâh çiçek tozlarıyla, kâh karla doldu ve on yıl geçti. Adresi bulmaktan artık vaz geçmiştik. Mektupları da sehpanın içinde unuttuk. Artık sokakta saklambaç, yakar top oynayacak; akşam olunca "Akşam Ebesi!" diye birbirimizin sırtına vurarak, merdivenlerde kahkahalarla koşturduğumuz günler geçmişti. Üniversiteden mezun olunca, Zeynep, bir doktorla; Leyla da bir öğretmenle evlenmişti. Ben, henüz bekârdım çünkü Amerika'ya dil okuluna gidecektim. Hangisini seçsem diye düşünürken, Zeynep, teyzesini kaybetti. Çok üzgündüler, biz de öyleydik. Evcilik için onlara gittiğimizde buzdolabının buzluğunda yaptığı "FrukoBuz" ikram ederdi bize. Çankaya Sineması'nda satılanın aynısıydı. Nasıl becerdiğine hâlâ şaşırırım. Ellerimiz donmasın diye de kahverengi ambalaj kâğıdına sararak verirdi.


Mevlut okunurken dantelli kahve sehpası gözüme ilişti. Fısıldadım:


"Zeynepciğim, mektuplar hâlâ içinde mi?"


"Aaa! Çoktan unuttum! Evet, içinde olmalı."


"Bana versene. Amerika'ya gideceğim ya; belki adresi bulurum. Yıllar sonra da olsa kendisine ulaştırırız."


Mevlut okunurken, diğerleri görmeden Zeynep, pul maşasıyla tüm mektupları gizli bölmeden çıkarttı ve bana verdi.


On yıl önce adres için gittiğimiz elçiliğe bu sefer vize için gittim. Kapıdaki adam aynı kişiydi. O beni tanımadı tabii ama ben onu tanıyıp ne maskaralıklar yaptığımızı hatırlayınca bir gülmedir geldi. Vizeler, pasaport işlemleri tamamlandı. Annemler, Zeynep ve Leyla ile gülmeli, ağlamalı kucaklaşmalardan sonra uçaktaydım. Tüylerim diken dikendi. Kızların


"Mektupları unutma sakın!"


demesini, babamın şakayla karışık


"Bana bak kızım! Dönerken yanında sakın Corc, Morc getirme ha!"


demesi sayesinde uçak korkumu yendim.


Babam, fotoğraf çekmem için minik bir Kodak makine de almıştı bana. Bol bol resim çekerken, okulun hocası Susan hanımla arkadaşlığımızı ilerletince ona mektuplardan söz ettim. Hikaye ilgisini çekti ve elinden geleni yapacağını söyledi. Gerçekten de bir hafta sonra nasıl bulduysa bana adresi verdi. Bir sarı taksiye bindim ve şoföre kâğıdı uzattım ve İngilizce olarak o adrese gitmek istediğimi söyledim. Şoför bana dönüp gülümsedi.


"Türk müsünüz?"


Afalladım.


" Evet? Siz de mi?"


Kahverengi gözlü, siyah saçlı, yaşıtım gencin bakışları "Benden zarar gelmez" diyordu.


"Evet. Hem dil öğreniyorum, hem de okul harçlığımı çıkartıyorum." dedikten sonra elini uzattı:


" Mert."


Uzatılan eli sıktım.


"Nazlı."


Sohbet ede ede Beverly Hills'in muhteşem malikânelerinin olduğu yerlere gittik. Devasa bahçenin korunaklı bir kapısı vardı. Hikayeyi Mert'e de anlatmıştım. O da beni yalnız bırakmadı. Zili çaldım. Az sonra diafondan İngilizce bir ses geldi. Ne istediğimizi filan sordu. Dilim döndüğünce anlattım. Mert'in İngilizcesi daha iyiydi. O da konuştu ama adam Nuh diyor, peygamber demiyordu. Sesinin tonundan gittikçe kızdığını hissettik. Resmen azarlıyordu.Yüzüm düştü.


"Üzülme ya. Koskoca Hollywood yıldızı. Kimseleri almazlar içeri kolay kolay. Bak şöyle yapalım. Nasılsa adresi biliyoruz. Postaya verelim. Eline ulaştırırlar."


Neredeyse boynuna atlayacaktım. Bunu nasıl da düşünememiştim?


"Harikasın!"


En yakın postaneye gittik. Tek tek mektupları verdik. Afro- Amerikalı, şişman bir kadın memur hepsine PAT - PAT damga vururken keyifle izledim.


O günden sonra Los Angelesli taksi şoförü Mert'le sık sık birbirimizi aradık. 1970 olduğu için cep telefonu yoktu ama okulun telefonundan onun yurdunu arayabiliyordum. Öğretmenimiz "İngilizceyi konuşmak istiyorsanız kendi memleketinizden insanlarla konuşmayın" demişlerdi ama gönül ferman dinlemiyor. Altı aylık kurs sonunda eve döndüğümde aileme bir de damat adayı getirmiştim. Corc, Morc da değildi. 😃


Bir altı ay sonra ise, başımda papatyadan taç, mektuplar sayesinde tanıştığım çocukla nikâh masasındaydım. Zeynep ve Leyla da şahidimdi. İki gün sonra hem benim, hem Zeynep ve Leyla'nın baba evine Amerika'dan üç adet mektup gelmişti. Üç aile de açmamış, kızlarının gelmesini beklemişti. Heyecanla hepimiz aynı gün bizim evde buluştuk. Eller titreyerek üç zarf açıldı. Leyla ve Zeynep, eşlerine bahsetmemişlerdi. Durduk yere kıskançlık çıkmasın değil mi? Herkes Mert kadar anlayışlı ve hoşgörülü olmayabilir.


Zarflar açıldı, içinden William Holden'in üç fotoğrafı çıktı. Biri ben, biri Zeynep, üçüncü de Leyla için imzalanmıştı.


Çaylar içilip, tatlılar, tuzlular yenilirken, neler olduğunu soran annelere hikayemizi anlattık.


Mert, iyi bir iş teklifi alınca, on yıl geçmeden mutlaka vatanımıza dönmek üzere Amerika'ya yerleştik. 1981 yılına girdiğimizde artık Ankara'ya dönme planları yapıyorduk ki, televizyonda William Holden'in hayatını kaybettiğini söylediler. Efsane oyuncu, küllerinin Büyük Okyanus'a serpilmesini vasiyet etmişti. Bu platonik ve çocuksu aşk hikayesini bilen eşim bir gün beni deniz kıyısına götürdü. Elinde masum aşkın simgesi beyaz bir gül vardı.


Çiçeği usulca suya bıraktım. Dalgalarla yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Başım, Mert'in omzunda; çocukluğumun bu ünlü yıldızına veda ettim. Mektuplardan birinde rujlu öpücüğümün olduğunu söylemedim. O hâlâ biz kızların arasında sır. 😉



- SON -

Yazarın notu:
Bu hikayemi daha önce okuyup, yorumlar yaptınız. Okumayanlar ilk kez görecekler için yeniden yayınladım :)
Çocukluk arkadaşım Zeynep, Müjgan...kulakları çınlasın; birlikte gerçekten sinemaya giderdik, çok eğlenirdik, annelerimizin topuklu ayakkabılarını giyer sokağa çıkar, makyaj yapardık, tüllü mavi şapka duruyor :) ABD değil ama Rus Sefareti'nin güllerini gizli gizli kopartırdık, fruko buz yapan aslında Zeynep'in annesiydi, Çankaya Sineması maalesef yıkıldı :( şimdi herkes bir yerlerde....bağlantımız koptu maalesef. Hikayenin kalan kısımları ise kurgu yani hayal gücü. Gerçek değil. :)

18 Ağustos 2024 Pazar

DULLAR APARTMANI



Safinaz teyze, evli olduğu yıllarda ameliyat geçirip; doktorunun üç ay iş yapma uyarısını dinlemeyince, hafif kambur kalmış, mavi gözleri yaşlandıkça grileşip, parlaklığını kaybetmiş, hep çiçekli entari ve anne çorabı giyen, ak saçlarını daima topuz yapan bir komşumuzdu. İşte bu tonton Safinaz teyze, Üsküdar’da, musluğunu hurdacıların arakladığı tarihi çeşmeye bakan apartmana “Dullar Apartmanı” ismini taktığını söyleyince, ince belli bardaktaki çayları az kalsın püskürtecektik.


İşte söz konusu o çeşme...bir yaz günü önayak
olmuş ve hortumla şakır şukur yıkamıştık.
fotoğrafı çekenin eline sağlık.


Kendisi,

“E, ben dul, hemşirem dul – Safinaz teyze kız kardeşine hemşire derdi - Sare hanım dul, onun kızı dul; Melahat Hanım dul, annen dul (benim annem oluyor) zaten topu topu on daireyiz. Yarısı dul.”

Diye küçük oturma odasını kahkasıyla çınlattı. Kayserili ve kilolu Sare teyze,

“Ne yapsak apartmanın ismini Dullar Apartmanı olarak değiştirsek mi?”

Deyince, yuvarlak gözlüklerinin içindeki gözlerinin içi gülerek bir “Ha, ha, haay!” daha geldi.

Haftada bir kez, akşamları, ben, kız kardeşim ve annem, 7 numarada oturan Sare teyze ve kızı, 4 numaradaki Safinaz teyzeye oturmaya giderdik. Ben ve kardeşim, annem dahil yaşlıların arasında hepsinin çocuğu gibi kalıyorduk ve böyle misafirliğe gide gele, “zaar”, “dağlara taşlara”, gibi kocakarı jargonuyla konuşmaya alışıyorduk.😁

Safinaz teyzenin kızı evlenmiş arada vapur, tren, dolmuş olan uzak bir semte yerleşmiş, oğlu da yıllar önce ekmeğini kazanmak için ta Almanya’ya gitmişti. Kadıncağız yalnız yaşıyordu ve bu yüzden bu çaylı, kahveli akşam oturmalarını çok seviyordu. Odada sadece bir sedir, çağla yeşili kadife üç Berger koltuk ve tüplü televizyonla, yine yeşil rengi ev telefonunun durduğu bir sehpa ile halı vardı. Bu küçük oda tam çeşmeye ve elektrik direğine bakardı. Ertesi hafta toplanınca elektrik direğinin kaldırılması sebebiyle Safinaz teyzeye gözün aydın da dedik ama direğin nasıl olup da kaldırıldığını bilmiyorduk. Safinaz Hanım olayı aktardı:

“Bizim çatlak Mehtap Hanım, açmış belediyeyi, bu elektrik direği hırsıza yol, tam balkonumun önünde, hırsız girer, iki kadınız, başımızda erkek yok, ne yaparız?”

Diye ağlamış, ağlamış direği kaldırttı.

“Aaa! İnanmıyorum!”

“İnan kızım, inan. Çatlak, matlak işini gördürmüş. İyi oldu. Ben de rahatladım. Hırsıza yoldu gerçekten o elektrik direği.”

Mehtap teyze aslında annemden çatlak değildi; annem tam çatlaktı ama ne yaparsınız? Dünya bu. Kimse mükemmel değil. İşte biraz cins, biraz eksantrik bir kadındı. Bir gün saçını havuç rengine boyamış, ayağına yeşil uzun külotlu çorap giymişti de arkasından gülmüştük. Allah affetsin yani dedikodu yapmak hoş bir şey değil. Sonra bir de “İkinci parlamaya geçmiş olsuna geldik” olayına çok gülerdik. Anlatayım:

Şimdi Haydarpaşa önlerinde Romanya bandıralı, korkunç tanker kazası olmuştu; işte o trajik kazadan günler sonra ikinci bir patlama olup tüm İstanbul gece vakti gündüz gibi aydınlanmış, gökyüzü kırmızı olmuştu. Bu da yine dul komşularımızın buluşması için bahane olmuştu:

“İkinci parlamaya “geçmiş olsun”a geldik.”

Diyerek yine toplaştık ama ben ve kız kardeşimin aklına “İkinci parlamaya geçmiş olsun” gelince kıkır kıkır kıkırdıyorduk.

Gülüyorduk ama çatlak Mehtap teyze de, yaşlı Safinaz teyze ve kızı da genel kültürleriyle, görgüleriyle pek çok komşuyu ceplerinden çıkartırlardı. Niye mi? Söyleyeyim:

Bir gün yine çay içip, tatlı tatlı sohbet ederken, laf dönüp dolaşıp Frank Sinatra'ya geldi. Safinaz teyze

"Sinatra sevilmez mi?" demez mi?

Ve ekledi: "Grace Kelly'e evlenme teklif etmiş ama refuze edilmiş."

Aaah! Allah'ım sana geliyorum. İstanbul'dan sonra taşındığım şehirdeki apartmanlarda Sinatra'nın, Grace Kelly'nin değil aşk hayatlarını, isimlerini bilen komşuya bile rastlamayacaktım. Ayrıca, yıllar sonra bilgisayarım ve internetim olunca, Sinatra'ya ünlü şarkıcının dördüncü eşi hakkında
"Şu kadında ne buluyorsun?" diye soran yakın bir arkadaşına "Ona bakınca Grace Kelly'i görüyorum" dediğini okuyunca, Safinaz teyzenin gayet haklı olduğunu da anlamış oldum. Ayrıca öyle görgülü bir kadındı ki, komşuları hatta postacı, kargocu, kapıcı vs. giderken gümlemesin, çarpmasın diye daire kapısını yarım saatte kapatırdı.

"Kapı güm diye kapatılmaz, gidene büyük hakaret ve ayıptır kızım." derdi. Biz de hep onun gibi yaparız, şu anda oturduğum apartmanda ise kapıyı arkanızdan

"Ay! Defoldu! Gitti!"

der gibi güm! diye çarparak kapatıyorlar! Kapının sesiyle tüm apartman inliyor! Böyle zamanlarda cumhuriyet nesli bir başkaymış gerçekten diyorum.

Bir zaman sonra apartmanımızın yaşlı komşu teyzeleri birer birer göçüp gitmeye başladılar. Sare teyze kalpten gitti. Sonra da Çatlak Mehtap Hanım'ın annesi sizlere ömür oldu. İşte o gün başsağlığına gittiğimizde Mehtap teyzenin

“Kocam öldüüüü! Kocamdı o beniiiim!”

diye ü'leri ve i'leri uzatarak; feryat figanları yüzünden az kalsın cenaze evinde gülme krizi çıkacaktı. Herkesin içinden “Gülmüyorum, gülmeyeceğim” dediğine eminim ama ispatlayamam ve yukarıda Allah var hiçbirimiz bu cümlesinden kötü, yanlış anlam çıkartmadık. Aklımızın ucundan bile geçirmedik. Kadıncağız hiç evlenmediği ve ömür boyu anne-kız birlikte oturdukları, can yoldaşı annesi olduğu için


“Her şeyimdi o benim” anlamında öyle diyordu ne yapsın.😢

Yıllar geçti, bir baktık ki, bizler o komşu teyzelerin yaşlarına gelmişiz, onlarsa tatlı anılarımızda kalmışlar, kimisi Alzheimer; kimisi demans olmuş; Safinaz teyze son zamanlarda gözleri tamamen görmez olmuş ve sizlere ömür olmuş; torunları büyümüş; bizler yaşlanmışız; acı bir haber alma korkusundan o teyzelerin hayatta kalan kızlarına telefon açamamaya başlamış ve yalnızlığın ne demek olduğunu anlamışız.

“Meğer en güzel günlerimiz o günlermiş.”


SON



NOT: İsimlerini değiştirdiğim rahmetli komşularıma ithaf ettiğim bu yazımın her satırı gerçekten yaşanmıştır. Mekânları cennet olsun. Resim ise internetten alınmadır ve onlarla ilgisi yoktur.

12 Ağustos 2024 Pazartesi

DÜŞMAN AŞIKLAR 51 - FİNAL

Raif, arabasının alarmını kapatıp, apartmana girince, Fadıl, gizlendiği yerden çıkmıştı ve elinde telefon; Serap'tan gelecek parolayı bekliyordu. Kötü bir şey olursa, kız "İmdat" diye mesaj atacaktı. O sırada, ön camında PRESS/BASIN yazan cipiyle Mehmet geldi. Arabadan inip, delikanlıya seslendi.

"Fadıl? "

"Mehmet abi? "

"Bize mi geldin? "

"Yok." diyerek gülümseyen genç, James Bond filminin açılış müziğini taklit etti:

" Inını- nınnn! Şştt, çaktırma. Serap abla gizli görevde. Ben de yardım ediyorum."

Yakışıklı köşe yazarı kaşlarını çattı:

"Gizli görev mi? Ben kocasıyım, benden de mi gizli? Siz Edi-Büdü yine ne işler çeviriyorsunuz? Serap nerede?"

Fadıl, sırıtarak

"Abicim, merak etme, sizin alt komşuya röportaja gitti; bir terslik olursa, bana mesaj çekecek; parolamız da imdat. Mesaj gelmediğine göre her şey yolunda, ehe, ehe, ehe"


diyerek güldü.😂😂😂

Lafını bitirdiği anda Raif'in mutfak camı ŞANGIIRRRRR diye kırıldı ve Serap,

"Fadıl! İmdaaat!"

diye bağırdı. İki erkeğin başı Raif'in evinin mutfak balkonuna döndü.

Mehmet

"SERAP!" diye bağırarak koşmaya başladı. Fadıl da "Amanın!" diyerek peşinden koşturdu.

Mutfakta, Serap, eline geçirdiği teflon tavayla savunma pozisyonu almıştı. Katil, tezgahın üstündeki ahşap bıçaklıktan bir bıçak kaptı. Serap'a doğru hamle yapacakken, kız, tavayı adamın suratına çarptı, kırmızı suratlı acıyla bağırırken, o da daire kapısına koştu ancak adam yetişti; bıçağı tekrar savururken Serap, tavayı kalkan gibi kullanarak kıl payı kendini korudu, o sırada Mehmet giriş katının mutfak balkonundan içeri atladı; camı kırık kapıyı açtı. Fadıl da onu izledi. Balkonun altındaki yeşil çimlerin, pembe güllerin ezildiğini gören ve komşuların "Çatlak Sema Hanım" dediği asabi kadın

"Hiii! Güllerimi eziyorlar! Güllerimi eziyorlar! İmdaaat! Polis! "

diye ayaklarını yere vurup tepiniyordu. Mehmet, sol eliyle Raif'in boğazından yakalayıp, öteki eliyle bıçak tutan elini tüm gücüyle büktü. Adam bıçağı düşürünce, kafa attı ve katil, çelik kapıya tosladı. Fadıl ise dondurucudaki kadını gördü:

"Anneeee!"

diye bağırırken, Foçalı, sağ kroşeyle adamın burnuna sert bir darbe indirdi. Raif, burnundan kan boşalırken, yere yığıldı ve Mehmet, Serap'a sarıldı.

"Beni çok korkuttun. İyi misin canım?"

Nefes nefese kalan kızın gözleri yaşardı, sesi titreyerek, eliyle dondurucuyu gösterdi.

"İyiyim ama karısını öldürmüş! O....o....or....orada!"

"NE!"

Fadıl'ın tüyleri diken dikendi:

" Burada Mehmet abi, brrrr....!"

derken, Mehmet

"Pislik!"

diyerek yerde atan adamın suratına tekme atınca, ağzı, yüz felci olmuş gibi yamuldu. Az sonra, polisler hayırsız kocayı elleri arkadan kelepçeli, ekip otosuna koyarken, komşular

 "Puuu! Boyun bosun devrilsin! Bir de ekranlarda yalandan ağlıyordun! İnşallah şişlerler seni hapiste" 



diyorlardı. Pencereden olanları duyan Marifet, başında pembe bigudileri, ayağında topuklu, tüylü nişan terliğiyle koşa koşa aşağı indi.

"Ay, kahramanım!"

diye Mehmet'in boynuna sarıldı.

" Hepimizi kurtardınız bir katille aynı apartmanda yaşıyormuşuz."

Serap, "Hoop! O benim kahramanım Marifet hanım! Sizi şöyle alalım."

diyerek kadının ellerini kocasının boynundan zorla çekti.

Eylül de minik ayağıyla, Marifet'in bacağına tekme attı. Kadın "Ay! Bacağım! Bacağımmm!" diye bağırırken küçük kız;

"Git kendi kocana sarıl bigudi teyze!" demez mi?

Marifet şaşırdı:

"Bigudi teyze mi? Ben mi?" deyince, minik kız

"Evet sensin! Bigudilerin de çok komik!"

diye tersledi. Serap'ın içinin yağları erirken, Eylül'e

"Kızım? Çok ayıp, komşumuz....." dedi ama göz kırpmayı ihmal etmedi.

Mehmet, Serap'ı sımsıkı kucakladı.

"Niye bensiz işlere kalkışıyorsun? Evden çıkarken seni odana mı hapsedeyim tatlı bela?"

"Birlikte hapsolacaksak olabilir."

"Mümkün olsa seni kalbimde saklayacağım, hiç çıkartmayacağım."

Güzel kız gülümsedi:

" Bak buna itirazım yok."


Böylece belayı mıknatıs gibi çeken Serap'ı yine Mehmet kurtarmış oldu. Anlaşılan o ki, düşmanken aşık olan bizim deli aşıklar sık sık böyle maceralar yaşayacaklardı.


- SON -


1994' de ana fikrini kurguladığım, sizlerin son şekliyle okuduğunuz Düşman Aşıklar'ın  romantik komedi dizisi olmasını çok istiyordum. Hayalim hâlâ gerçekleşmedi. Hikayemi şu anda maalesef kapatılan Wattpad'da okuyan okurlar 20.000'i aşkın okuma ve birbirinden güzel yorumlarla bana çok destek oldular, hepsi de bir gün bu deli aşıkları tv ekranlarında göreceğimize inanıyoruz dediler. Umarım öyle olur. 😊


10 Ağustos 2024 Cumartesi

DÜŞMAN AŞIKLAR 50 - KAYBOLAN KADIN

Mersin'in kuş uçmaz, kervan geçmez Değirmençayı isimli köyündeki balıkçı barınağında, saç, sakal birbirine karışmış, güneşte kavrulmuş, mavi gözlü, orta yaşlı bir adam, gazete kâğıdına sarılı sirke tadındaki şarabı içip,

"Keşke dalgalar beni yutsaydı..." derken, balık ağını tamir eden nasırlı ellerin sahibi ihtiyar

"Öyle deme evlat. Allah'ın işine karışılmaz; vardır bir hikmet. Şu mereti de içme bu kadar. Gençliğine yazık ediyorsun" dedi ve yanındaki tekir kedi "Miyavv" deyince minik bir Akdeniz hamsisini ona attı, kedicik patisiyle havada kaptı.

Deniz ışıl ışıl, hafif hafif dalgalanıyor, suyun içindeki minik balıklar gözüküyor, martılar gak, gak ciyaklıyor, tuzlu suya dalıp kısmetlerini arıyordu. Çok uzakta bir teknenin düdüğü öttü, küçük çocuklar kumlara gömülü deniz kabuklarını toplamaya başladı.

Belki bir gün....Belki bir şekilde....Nil, gerçek adıyla Handan Çimen, öldürüldüğünü sandığı sözlüsü Murat'a, Serap da babasına kavuşacaktı.




Salı günü, Serap'ın içinden kızına sürpriz yapmak gelmişti. Evet, biyolojik olmasa da o artık bir anneydi ve bu yeni durum çok hoşuna gidiyordu. Gülerek

" Ne güzel, dokuz ay karnımda taşımadan evlat sahibi oldum."

diyordu. Eylül'e ciciler ve yeni bir bebek almak üzere en yakın AVM'ye gitti. Epey kalabalıktı. Tanıyanlar imza, fotoğraf çektirmek istemesinler diye gözlerine Audrey Hepburn gibi kocaman kara gözlükler takmıştı. Alışveriş bitince, bir kahve alıp, oturdu. Paketlerini boş sandalyeye bırakırken, yan masadaki tıknaz, somurtkan, kırmızı yüzlü adamı gördü. Daha önce nerede gördüm derken kapıyı iki santim açan komşunun kocası olduğunu hatırladı. Yanında en fazla 22 yaşlarında, güzel bir kız vardı. Serap, içinden


" Kızı herhalde; bu meymenetsizden böyle güzel evlat da nasıl çıkmışsa..."


diye düşündü. Masalar yakın olduğundan istemeden ikisinin konuşmalarına kulak misafiri oluyordu. Kız,

"Ama hep beni oyalıyorsun hayatım. Senin boşanacağın filan yok. Unut beni. Bu son buluşmamız olacak."

deyince, Serap az kalsın kahvesini püskürtecekti.

Adam, kaba saba, kırmızı elini, genç kızın pamuk elinin üstüne koydu.

"Söz....söz....söz...yarın bu işi halledeceğim."

"Hep öyle diyorsun. İki yıldır boşanacağım, boşanacağım, boşanacağım. İnanmıyorum artık."

"Bu sefer kesin...söz....yemin."

Güzel feminist, daha fazla dayanamayacaktı. Sandalyeyi adamın kafasında kırmadan kalktı. Arabasına binip evin yolunu tuttu. Eylül, cicilerine ve bebeğe bayıldı. Kayınvalidesi o gelene kadar torununa mukayet olmuş üstelik zeytinyağlı yaprak sarma yapmıştı. Güzel geliniyle biraz sohbetten sonra "Dedemiz yalnız kalmasın" diye kendi evine gitti. Serap,

"Haydi sarma yemeye! Mutfağa önce kim koşacak?"

"Ben!" diyerek Eylül fırladı. Kuzucuk mutluydu, onu mutlu görünce Serap da mutlu oluyordu. O sırada Mehmet, aradı

"Canım, çok özledim seni ne yapıyorsunuz?"

"İyiyiz hayatım, kuzucukla annenin sarmalarını yiyoruz. Yalnız aklıma bir şey takıldı."

"Hayırdır?"

Serap, Eylül duymasın diye başka odaya geçip olanları anlattı.

"Ne? Hem de kızı yaşında biriyle! İzin vermiyorsun ki, şu pisliği bir ziyaret edeyim; bak bir daha yapıyor mu?"

"Olmaz hayatım ama aklıma takılan bu değil. 'Söz bugün halledeceğim' dedi. Bir gün içinde boşanamayacağına göre kadına bir şey yapmasın?"

"Yani?..."

"Öldürmesin?"

"Yok, yok, yok artık; evham yapma. Belki dava açacaktır. Hayatım, öyle bile olsa "Bu adam karısını öldürebilir" diye polise gidemeyiz ki....iftiradan suçlu duruma bile düşeriz."

"Of...o da doğru."

Bir süre daha konuştuktan sonra birbirlerine öpücükler gönderip telefonu kapattılar. Mehmet, gazetede işlerini bitirince uçar gibi eve döndü. Güzel karısı, bıcır bıcır küçük kızı, babaanne, dede, iki kedi, bir köpekle yeniden ve kocaman bir aile olmak insana mutluluk veriyordu Tabii bir de kaynanası Nil hanım vardı.


"O da nazar boncuğumuz olsun."


diyordu. Akşam yemeğinde birbirlerinin gerçek kimliğini öğrenince nasıl pasta savaşı yaptıklarını yüzüncü kez anlatırken Eylül gülmekten katılıyordu.

Aradan iki gün geçti. Cuma sabah saat sekiz gibi, Eylül koşarak yeni evli çiftin kapısını tıklattı. "Babaanniş"i kimsenin yatak odasına kapıyı vurmadan girilmez" diye öğretmişti. Mehmet

"Gel kuzucuk"

deyince koşarak ikisinin yatağının ortasına atladı. Onlar da küçük kızı gıdıklamaya başladılar. Az sonra Limon ve Çıldırgan da yorganın üstüne zıplayınca, Mehmet güldü:

"Balayımız harika geçiyor. Bir yatakta üç kişi, iki kedi. Allah'tan Dost'u babamlarda bıraktık." Serap,

"Ne güzel hayatım, kalabalık bir aileyiz." diye kıkırdadı.

Duş, kahvaltı derken, Mehmet gazeteye gitti, Serap, Eylül olduğundan artık evden köşe yazısını yazıyor, gazeteye ancak bir toplantı filan olursa gidiyordu. Küçük kız da bu duruma çok sevinmişti. Kahve yaptı; Eylül, çizgi film aramak için kanalları karıştırırken, "Derdini Söyle " isimli kadın programına denk geldi.

Tıknaz, kırmızı yanaklı bir adam ağlayarak sunucuya bir şeyler anlatıyordu.

" İki gün oldu. Karım ortada yok. Psikolojik sorunları vardı."

" Sevgili izleyiciler Raif beyin eşinin resmi ekranlarınızda şu anda. Eğer görürseniz lütfen polisi arayın. "

Serap'ın mavi gözleri hayretle açıldı. Elindeki kahve kupası zangır zangır sallandı. Stüdyoda ağlayan o gün AVM'de genç sevgilisiyle gördüğü adam; Muazzez de kapıyı iki santim açan kadındı. İçinden bir ses

"Aman Tanrı'm! Yoksa? Yoksa? Sakın? "

diye haykırıyordu ama bir şüpheyle hareket edemezdi. Polise gitse iftira atmaktan suçlu bile bulunurdu. Ekrana, oturdukları apartmanın güvenlik kamerasından alınma bir görüntü geldi. Tesettürlü bir kadın, uzun yazlık pardösü içinde başı öne eğik olarak apartmandan dışarı çıkıyordu. Elinde bir de valiz vardı. Sunucu

"İşte kaybolan Muazzez hanımın son görüntüsü bu. Yanında bavulu var. Evden çıkıyor. Bir daha da dönmüyor."

dedi. Raif, elindeki kağıt mendille göz yaşlarını sildi, burnunu çekti. Serap'ın içi içini yiyordu. Bu kadının Muazzez olduğu ne malum? diye düşündü. Ya Vertigo filmindeki gibi sevgilisine karısının giysilerini giydirdiyse? Kadının yüzü gözükmüyordu ki. Ya öldürdüyse ve ceset hâlâ evdeyse? Bir plan yapmalıydı. Asuman, yıllık izninde olduğundan Fadıl'dan yardım istedi ve genç çocukla basit ama işe yarayacağını düşündükleri bir plan yaptılar.


ERTESİ GÜN
Ertesi gün, Serap, kahvaltıdan sonra alt kata indi ve Raif S. isimli zile bastı. Kapı açıldı:

"Merhaba Raif Bey, çok geçmiş olsun. Şey, ben Serap Arda. Üst katta oturuyorum. Eşinizin kaybolmasıyla ilgili sizinle röportaj yapmak istiyorum. Belki faydam olur bulunmasına."

Adam, kız bu eve taşındığında ününü kapıcıdan duymuştu. İçeri buyur etti. Kız önden, o arkadan salona geçtiler. Birisi, koltuğa, öteki de kanepeye oturdu. Raif, tedirgindi. Serap sormaya, o cevaplamaya başlamıştı ki, park yerinden bir arabanın alarmı çalmaya başladı. Sürekli çalıyordu. Fadıl, yere çömelmiş, saklandığı yerden adamın aracının kapısını kurçaladıkça alarm ötüyordu.

"Pardon bir bakayım pencereden..."

"Tabii...."

"Kahretsin."

"Sizin arabanız mı yoksa?"

"Evet...gidip bakayım bütün siteyi ayağa kaldıracak...kusura bakmayın."

"Estağfurullah...siz işinize bakın, ben beklerim."

Adam kapıyı kapatır kapatmaz, Serap, koltuktan fırladı. Kadın kaybolalı günler geçtiğinden, evde saklayamazdı yoksa kokardı. Araması gereken tek yer derin dondurucuydu. Mutfağa koştu. Dolabın kapağını açınca buz gibi hava yüzüne çarptı.

"Paranoyak ben! Adamcağızın günahını aldım. Oh! Çok şükür."

dedi. Dondurulmuş bezelye, dondurulmuş patates kızartması, pizza, dondurmalar, buz tutmuş etlerden başka şey yoktu.

Sonra, kadının çok zayıf ve 1.50 den fazla göstermediği aklına geldi. Bezelyeyi, dondurmaları ve etleri kaldırınca, çığlık atmamak için iki elini tüm gücüyle ağzına bastırdı. Muazzez, açık gözleriyle korkuyla ona bakıyordu, dudakları morarmıştı, boynunun etrafı ise kıpkırmızıydı. Aynı anda kapının açılıp, kapandığını duydu. Bezelyeleri, dondurmaları yerine koymaya çalışırken, eli ayağına dolaştı. Arkasına döndü. Adam, ateş çıkartan gözlerle kendisine bakıyordu.

9 Ağustos 2024 Cuma

DÜŞMAN AŞIKLAR 49 - MADAMLAR KARIŞINCA :)

Nil hanım, hâlâ evde yalnız kalamadığı için Madam Angela'yı çağırmıştı. Şöyle köpüklü kahve yapıp, fal bakmak için mutfağa gittiğinden, kapı çalınca, "Ben bakarım." diyerek Madam Angela açtı. Açmasıyla, lacivert takımı, ceketinin mendil cebinde turuncu ipek mendiliyle Clark Ayhan'la burun buruna geldi. Adam Nil Hanım zannettiği Madam Angela'ya hemen şiir okumaya başladı:



"Haddeden geçmiş nezaket, yâl-ü bal olmuş size
Mey süzülmüş şişeden ruhsar-ı al olmuş size."

"Güzel şiir okoorsunuz da beyefendi kimi aroorsunuz?"

"Sizi arıyorum efendim. Mecnun gibi hem de. Bendeniz Ayhan Zeytincioğlu. Clark Ayhan da derler. Gençliğimde Clark Gable'a çok benzerdim de övünmek gibi olmasın. Sizi uzun zamandır görüyorum, takip ediyorum, dest-i izdivacınıza talibim ay yüzlüm. "

"A, dest-i izdivacıma mı talipsiniz? Ay, inanmoorum; müşerref oldum. Demek gençken Clark Gable'a benzerdiniz. Rahmetliyi çok sever idim . Rüzgâr Gibi Geçti gelmişti de Beyoğlu Melek Sineması'na. Ah, şimdi yerinde yeller esooor ."

"Maalesef güzel hanımefendi; şöyle tek kaşımı kaldırıp bi 'Clark' çekerdim, ikizi sanırdınız."

Böylece Clark Ayhan, Madam Angela'yı Nil sanarak tanıştı ve bütün hafta Serap'ın annesi sandığı yaşlı kadına kur yapıp durdu. Kadına hitap ederken "Sultanım", "gülüm", "sümbülüm" diye seslendiğinden gerçek isminin Nil olmadığını anlamadı.

"Gidelim Göksu'ya bir alem-i ab eyleyelim
Ol kadehkar güzeli yar olarak peyleyelim"

" Gidelim ayol, gidelim de ah o eski Göksu kalmadı ki Ayhan bey."

"Olsun efendim, Göksu olmazsa, Kanlıca'ya gideriz, yoğurt yeriz."

Aradan günler geçti, Clark Ayhan, Mehmet'e mesaj atıp "Her şey yolunda, çok iyi anlaşıyoruz, yakında düğün yaparız." diyordu.

*****

Bir perşembe günü Mehmet, yarım saatliğine anne ve babasına uğramak istedi. Evden taşınınca dört patili sadık dostu epey üzülmüştü. Her gün mutlaka uğrayarak, Dost'un depresyona girmemesini sağlıyordu. Kendi evleri, Nil hanımın evi ve tam karşıda da Madam Angela'nın villası olduğundan, Clark Ayhan ile Madam Angela'ya rastladı. Adam, madamın elinden başlamış, öpe öpe dirseğine kadar çıkıyordu.

Çatık kaşlarla ikisini izledi. Madam eve girince, Ayhan'ın yanına gitti.

"Ne o lan yaşlı kadının elini şapur şupur öpmeler? Ne ayaksın sen?"

"Mehmet Bey ; oldu bu iş mirim, yakında evleniyoruz."

"Ne? "

" Siz dediniz ya evlenin diye mirim?"

"Ben mi dedim?"

"Evet mirim. Serap hanımın annesiyle evleniyoruz işte."

" Yahu Serap hanımın annesi o değil ki! O, komşusu! Madam Angela!"

"Komşusu mu? Nasıl olur mirim? Verdiğiniz adrese gittim, kapıyı o açtı. Ben de o sandım. Zaten hep orada buluşuyoruz. Bu evi de ikinci evi sandım. Zengin ya."

"Allah seni kahretmesin! Günlerdir Nil hanım diye madam Angela'ya mı kur yapıyordun? Sen ilk altı ay anne sütü içmedin mi? "

"Durun, durun, hemen panik olmayın Mehmet bey, ben Clark Ayhan'sam düzelteceğim bu durumu."

"Nasıl düzelteceksin salak? Bunun düzeltilecek hali mi kalmış? "

"Siz bana bırakın. Vallahi de düzelteceğim, Billahi de düzelteceğim."

"E, hadi bakalım. İnşallah! Düzeltmeden gözüme gözükme."

Az sonra Clark Ayhan, doğruca kuyumcuya ve sonra çiçekçiye gitti. Bir tek taş yüzük ile bir kova kırmızı gül yaprağı aldı ve Serap'ların villasına gitti. Kapının önündeki seramik taşların üzerine gülleri serpti. Zili çaldı. Kapıyı Nil açtı ve yüzünü ekşitti. Bu adamdan hiç hazzetmiyor, Madam Angela'nın hatırına katlanıyordu. Ayhan, hemen başladı:

"Yollarına gül döktüm,
Gelir de geçer diye,
Geçmedin boynum büktüm,
Başka yar seçer diye."

"Ayhan bey! Ne bu güller? Madam Angela'yı arıyorsanız bizde değil. Gidip onun kapısına dökün gülleri."

"Hayır sultanım, onu aramıyorum, sizi arıyorum."

"Sultanım mı? Ben mi?"

"Evet sizsiniz sultanım. Şimdi de şöyle diz çöküyorum ve diyorum ki:

Bende Mecnun'dan füzun aşıklık istidatı var
Aşık-ı sadık benem, Mecnun'un ancak adı var."

"N'oluyor ayol? Madam Angela sonunda ne salak olduğunu anlayıp kovdu da delirdin mi? "

"Kovmadı efendim ama size de aşık oldum. Bir saniye cebimden tek taşımı çıkartayım. Dest-i izdivacınıza talibim Nil hanım."

"Utanmaz, sen madamla evlenecektin? Kaç kişiyle birden evleniyorsun? "

"Onunla da evleneceğim. Sizinle de."

"NEEEE? "

"Size resmi nikah, Madam Angela'ya dini nikah kıyarım. Dinimizce makbul efendim. Dörde kadar yolu var."

" Demek öyle? Bekle, bekle, gitme sakın geliyorum."

"Ay, kadıncağız sevinçten ve mutluluktan şoke oldu galiba. Bekliyorum sultanım. Böyle diz çökmüş vaziyette bekliyorum hem de. Of! Romatizmalarım bir yere tutunmadan ayağa kalkabilirsem iyi...."

O arada Nil, her şeyi Madam'a telefonda anlattı. Nil, elinde vileda sopasıyla, Madam Angela da, güllerini budadığı kocaman bahçıvan makasıyla Clark Ayhan'ı kovalamaya başladılar. Nil, yetiştikçe viledayı adamın kafasına kafasına indiriyordu. Yolda onları görenler, gülerek telefona kaydediyorlardı.

"İmdat! Vurmayın! "

"Kaçma! Pislik! Keseceğim."

"NE? Kesecek misiniz beni?"

"Seni değil şeyini keseceğim. Sünnet edeceğim seni ama kökünden."

" İmdaaat! Kurtarınnnn!"

"Kaçma!"

Tam o sırada, tekrar gazeteye gitmek için evden çıkan Mehmet'le karşı karşıya geldiler.

"N'oluyor yahu?"

"Kurtarın beni Mehmet bey. Kesecekler."

Mehmet adamı kafa kola aldı ve dişlerinin arasından fısıldadı:

"Lan sus! Beni tanıdığını belli edersen ağzını yüzünü yamulturum. Estetik ameliyatsız düzelmezsin."

"Mehmet oğlum? Sen tanooorsundur bu manyağı? "

"Ne tanıması Madam? Söylemesi ayıp biraz ünlüyüm ya, oradan tanıdı herhalde."

"E, evet, evet, yıllardır her sabah 'Maço Köşe'yi okurum, oradan tanıdım. "

Gürültülere Mehmet'in annesi ve babası da koştular.

"Hırsız mı girdi Madam?"

"Keşkem hırsız olsaydı Şehnaz hanımcığım. Bu sapık, hem bana, hem Nil hanıma evlenme teklifi edooor. İkimizi birden nikahına alacak imis."

"NEEEE? İkinizi birden mi?"

"Evet, aynen öyle. Tutun şunu. Keseceğim şeyini! "

"İmdat! Acıyın, kesmeyin n'olur."

Şehnaz

"Hak etmiş valla kes madamcığım kes." derken eşi Osman

"Yahu yapmayın şimdi ölür filan, hapislerde sürünürsünüz" derken Clark Ayhan

"Evet yapmayın, acıyın, imdaaat! "

Mehmet kayınvalidesine döndü:

"Anneciğim, sizin panik atağınız var, Madam Angela'yla bize geçin, çay, filan içip kendinize gelin, nasıl koştuysanız ikinizin de yüzü kıpkırmızı! Mazallah kalbinize filan bir şey olmasın, bu gerzeği de bana bırakın."

" Oğlum doğru söylüyor dünürcüğüm senin panik atağın vardı, gel canım, sen de gel Madamcığım, ben çay koyayım, kendinize gelin. Oğlum bunun hakkından layıkıyla gelir merak etmeyin."

"Damadımın bir maço olmasına ilk kez şükrediyorum, hah, aferim damat, bir güzel yamult, yumult, sana emanet."

"Benim için de yamult Mehmet bey oğlum. Ay az kalsın evlenoordum bu manyakla! Aklini peynir ekmekle yemis. Dur bi da vurayım da öle götür."

diyen Madam Angela, viledayla Clark Ayhan'ın kafasına son bir kez daha vurdu ve hanımlarla, Osman bey içeri girdiler. Mehmet de, adamı alıp, arabasına binip gitti.

****

Böylece, Nil hanıma koca bulma planı suya düştü ki, kadıncağız Serap'ın babasını hâlâ unutamamıştı. Öyle ki, sırtına silah dayasalar nikâh masasında "evet" demez; "Hayır!" derdi. Yıllar önce hapse düşmesine neden olan trajik olaylar silsilesinde öldüğünü sandığı sözlüsünü dalgalar kıyıya sürüklemiş; Mersin'in uzak bir kıyısında, ak sakallı, güneşten kavrulmuş, yaşlı bir balıkçı onu bulmuş, iyileşince, hikayesini dinlemiş ve

"Evlat, bu adamlar senin ölmediğini görürlerse, yarım bıraktıkları işi tamamlarlar. Bir tetikçi tutarlar, kim vurduya gidersin, aşiret oldukları için polis hatta savcı bile onlardan yana olur, Sen kendin diyorsun elde yok, avuçta yok,  anacığının, babacığının bile hayatı tehlikeye girer. Bırak seni öldü bilsinler. Burada seni kimse bulamaz.  Karım da ben de ihtiyorladık, bir yardımcıya ihtiyacım var. Deniz, kısmetimizi veriyor. Allah bize evlat vermemişti; seni gönderdi demek ki."

demişti. Delikanlı da hapishane müdürünün planını tahmin edemeyeceğinden Handan'ın öldüğünü duymuş ve dünyaya küsmüştü. Sevdiceğinin Nil ismiyle İstanbul'da yaşadığınıdan da, Serap isimli dünya güzeli bir kızının olduğundan da tabii ki habersizdi. Saçı, sakalı birbirine karışmış adamın keskin, mavi gözleri tıpkı kızı Serap'ın gözleriydi. Şimdilik ikisi de birbirlerinin hayatta olduğunu bilmiyordu ama kaderin neler getireceğini kim bilebilirdi?