16 Haziran 2025 Pazartesi

YEŞİM (ROMAN) 18. Bölüm

Serdar arabasına binip gittikten bir, iki dakika sonra, hızlı takipler esnasında başka araçlara veya oraya buraya toslamaktan ya da bir suçluyu durdurmak için bilerek onun arabasına çarpmaktan, orası, burası kahverengi boyalarla yamanmış; gören sürücülerin 

"Amanın! Çok kötü şoför herhalde! Bana da çarpmasın." 

diye korkup, uzak durduğu bir araba kapıda durdu. Bu, Yeşim'in biyolojik babasının tuttuğu özel dedektiften başkası değildi.

Uzun boylu, numaralı gözlüklü, kırlaşmış saçlı ve top sakallı, sigarayı bırakamayınca, daha az zararlı diye duyduğundan ağzından eksik etmediği ve bu yüzden kendisine dedektiften çok, DGSA'lı heykeltraş ya da ressam havası veren piposuyla, Feridun Tunaoğlu, arabadan inmeden önce saygısızlık olmasın diye piposunu arabada bıraktı. 10 yıldır pipo tiryakisiydi ve evinde gözü gibi baktığı, kimisini arkadaşlarının, kimisini çözdüğü işlerden memnun kalan insanların hediye ettiği bir de pipo koleksiyonu vardı. Beyaz lüle taşından yapılmış, usta işi, oymalı pipolar favorisiydi.

Metin, Fatma yine kendisine kızar ve kovar diye gelmemiş ama telefon edip kızı için tuttuğu özel dedektiften haber vermişti. Biricik evladının bulunmasının hatırına Fatma, dedektif fikrine bir şey demedi ve kendisini tanıtan adamın tüm sorularını elinden geldiğince cevapladı, arabanın biçimini, rengini tarif etti, plakasını tabii ki almamıştı. Feridun, dört dörtlük bir özel dedektifti. Hiçbir şey gözünden kaçmaz, her şeyi en ince ayrıntısına kadar araştırırdı ve o yüzden de aldığı vakalardan yüzünün akıyla çıkardı.

"Adamı gözünüz tutmadı diyorsunuz ya Fatma hanım. Belli bir sebebi var mı? Ne bileyim yüzündeki bir şey, bakışlarındaki bir tuhaflık? Şaşılık? Başka bir yüz kusuru? Bir yara izi? Ağzında sigara var mıydı mesela? Elleri? Böyle Mafia tiplerin yüzünde yara izi olur, kiminin bir parmağı yoktur filan... En minik şey bile yardımcı olabilir kızınızı daha çabuk bulmama.."

"Hiç gözüm tutmadı çünkü ürperdiydim; kolunda yılan dövmesi vardı...böyle yeşil yeşil..görünce tüylerim diken diken olduydu, başında kasket vardı, üzerinde tv yazıyordu...kısık gözlüydü..."

"Yılan dövmesi! Bu önemli bir ipucu...sol kolu mu, sağ kolunda mıydı? Size telefonumdan yılan dövmesi fotoğrafları göndereyim, hangisine benziyordu hatırlayabilirseniz çok faydası olur."

Bir dakika ah! İnternet bağlantısı yok diyor..

" Sol kolundaydı da, benim telefonumda interinet neyim yok...."

"Hiç problem değil, siz bekleyin, ben internet olan bir yerde fotoğrafların çıktısını alır tekrar gelir size gösteririm. Rahat rahat incelersiniz. Yalnız bunu gazetecilere, komşulara, akrabalara bile söylemeyin. Televizyona çıkmaya hevesli biri ağzını tutamaz. Kızınızı kaçıranlar da televizyonu izliyor olabilir, hemen gidip dövmesini sildirebilir."

"Anladım, tamam söylemem...Allah razı olsun. Sağolun."

Feridun, kadıncağızın numarasını kaydetti ve kendi numarasını da verdi. Dönene kadar aklına bir şey gelirse aramasını söyledi ve gitti. Dedektif gittikten sonra Yeşim'in dershaneden arkadaşı Elif geldi. Komşular da kadıncağıza yemek getirmişlerdi. Fatma, Yeşim'in kedisine sarıldı, öptü. Sanki kızının kokusu kediciğe sinmişti.

"Sarmanımm, annen ner'de bebeğim? Kedilerin üçüncü gözü olurmuş, bizim görmediğimiz şeyleri görürmüş, biliyor musun Sarmanım? Ner'de yeşil gözlü Yeşim'im? Kızımmmm...kızımmm....kızımmm...."

"Sabır komşum....Allah büyüktür, bulunur inşallah..."

Elif;

"Ah, Fatma teyze suçluluk duyuyorum ona o dergiyi ben getirmiştim. Çok hoşuna gitmişti ama inanın madende çalışmaya başlayacağı ve sonra başına böyle şeyler geleceğini bilsem dünyada getirmezdim..."

"Ner'den bileceksin kızım? Ah! Ben de hiç istemediydim ama dinlemedi, çok inatçıdır...tıpkı rahmetli babasına çekmiş dediğini yapar....kızımmmmm....kızımmmm...."

Elif,

"Sahi Fatma teyze, annem gönderdi bunu, yüz kere okursanız mutlaka istediğiniz şey olurmuş."

diyerek minik bir dua kitabı verdi kadıncağıza. Komşuları kadıncağıza limonlu su getirip, kolonya döküp ferahlamasını sağlamaya çalışırlarken, Feridun'un zihni arabayla giderken de boş durmuyordu.

" Maden ocağı sahibi çok zengin bir aile. Aniden gayri meşru bir kız kardeş ortaya çıkıyor ve ailenin mirasına ortak oluyor! Birkaç gün sonra ortadan kayboluyor. Bu durumda bu işten en çok mirası paylaşmak istemeyenler faydalanır. Acaba adamın çocuklarının ya da eşinin bir ilgisi var mı?"

diye düşünüyordu. Yıllardır benzer vakalar çözmüştü. Annesini, babasını miras için öldüren hayırsız evlatlar, kuzenler hatta torunlar bile görmüştü. Somut ve güçlü kanıtlar bulana kadar bu şüphesini şimdilik kendine saklamak zorundaydı. Kızın, tv kamerasına kadar ayarlayıp, televizyoncu kılığına giren adamlar tutacak kadar saplantılı bir aşığı var mıydı? Her şeyi araştıracaktı.

Dedektif bunları düşünürken, Serdar ve diğerleri kızı aramaya devam ediyordu. Güneş batıp, akşam olmak üzereydi.

"YEŞİMMMMM......"

"YEŞİMMMMM....."

"YEŞİMMMMM...."

diye bağırıyorlardı. Onlar Yeşim'i ararken, güneş, çıplak gözle bakıldığında insanı kör edecek bir beyazlıktan, kademe kademe koyulaşıp koyu sarıdan, turuncuya dönüştü, sarı uzun bir ışık, turunculuğun üstündeydi, onun tepesinde eflatun, pembe, gri bulutlar ve yer yer açıklıklardan mavi gökyüzü görünüyordu. "tiyut tiyut " veya "vırrak vırrak" diye bağıran, çağıran Karabatak ve diğer su kuşları, dalgalanan göl suyuna hızla konup, aynı hızla kalkıyor, suyun yüzeyinde gümüş - pembe yanardöner pırıltılar oluşturuyorlardı. Yavaş yavaş tüm renkler ve ışıltılar karardı, suya yansıyan ağaçlar koyu yeşilden siyaha döndü ve güneş battığında Yeşim hâlâ düştüğü yerden bir çıkış yolu arıyordu.

11 Haziran 2025 Çarşamba

YEŞİM (ROMAN) 17. Bölüm


"Yeşim mi?"

Delikanlı, aradan yıllar geçmiş olsa da, ilkokuldayken kendisini buz gibi göle atan kocaman yeşil gözlü ve yaramaz kızı unutmamıştı.

Serdar, Luke'u da aldı. Vakit kaybetmeden sorup soruşturup Fatma'nın evine gitti. İçeride komşular, akrabalar vardı. Kendini kısaca tanıttı ve babasıyla konuşması için telefonunu Fatma'ya verdi. Kerem Bey, bypass ameliyatı geçirdiği için maden kazasını ona duyurmadıklarını ve başlarına gelenleri daha yeni öğrendiğini söyleyip özür ve başsağlığı diledi, daha önceden haber alsaydı Yeşim'in madende filan çalışmasına asla müsaade etmeyeceğini de ekledi. Elinden ne gelirse yapacaklarını, yalnız olmadığını, ailesiyle birlikte arkasında olduğunu belirtti. O kadar içten konuşuyordu ki, kadıncağız çok duygulandı ve

" Allah razı olsun Kerem Bey. Rahmetli eşim sizi de, babanızı da çok severdi hep ' başka patronlara hiç benzemez, işçilere babalık yapar, hak yemez derdi. "

diye yanıtladı. Daha sonra Kerem, telefonu eşine verdi. Aydan'la da epey konuştular. Sonra Fatma çok teşekkür ederek telefonu tekrar Serdar'a verdi. Serdar, kadıncağızın telefonunu kaydetti ve jipinin penceresinde uslu uslu bekleyen köpeğini göstererek

" Şey, bu benim köpeğim Luke, bir K9 değil ama çok iyi koku alır; eğer kızınızın bir giysisini koklatırsak bulabilir. Ben de arama çalışmalarına katılacağım."

deyince, kadın hemen içeri girip Yeşim'in bir kazağını getirdi. Serdar, ayağa kalktı.

"Tamam ben vakit kaybetmeden aramaya katılayım. İnşallah iyi haberlerle döneriz. Lütfen umudunuzu kaybetmeyin. Telefonunuzu kaydettim. Babamlara da numaranızı ilettim. dedi. 

"Sağol evladım, Allah razı olsun. " 

diyen Fatma da delikanlı arabasına binip gidince kapıyı kapatıp içeri girdi.

Az sonra delikanlı, çiftlik evini arayıp, Nuriye hanıma olanları anlattı ve gecikirse merak etmemesini, Luke ile Yeşim'i arama çalışmalarına katılacağını söyledi. Kadıncağız, ev işlerinden televizyona bakamadığından olanları duymamıştı. Yeşim'in çocukluğunu hatırlıyordu. O da üzüldü.

"Hayırlı haberlerle dön inşallah evladım, inşallah bulunur. Kendine dikkat et. Ben de kızcağız bulunsun diye iki rekat namaz kılıp, dua edeyim." dedi.

Serdar, Luke' a kazağı koklatıp, arama kurtarma ekibine katıldı, jandarma, komşular, dershaneden bir, iki arkadaşı, akrabalar, yerel tv ekibi, rahmetli babasının maden işçisi arkadaşları. Hepsi, dağ, tepe kızı arıyorlar ve arada 

"YEŞİMMMMM!....."

"YEŞİİMMMMM!..."

"YEŞİİMMMMM!..." diye bağırıyorlardı.

Yeşim ise baretinin ışığı ve el yordamıyla ufacık bir oyuk bulmuştu; önce elindeki kazmayı , sonra ayaklarını, sonra vücudunu soktu. Düştüğü yerden daha büyük bir galeriye gelmişti. İçeride çok eskiden ve define arayıcılarından kalan kürek, tahtalar ve bir el feneri vardı. Birisi unutmuş ya da aniden göçük filan olunca orada kalmıştı. Kız, 

"Umarım grizu tehlikesi yoktur" diye düşündü. Yoksa fenerin ışığıyla havaya uçardı. Ama gittikçe buranın bir kömür madeni değil, define arayıcılarının kazıp bıraktığı bir yer olduğuna emin oluyordu. Çünkü o tanıdık kömür kokusu yoktu, eski maden olsa raylar filan olurdu, el feneriyle de kimse girmezdi. Düğmesine bastı, şansına hâlâ çalışıyordu.

"Acaba buradan da başka yerlere çıkabilir miyim?"

diye düşündü. Pes etmeyecekti, vaz geçmeyecekti.

Metin Haznedaroğlu da haberi duymuştu. Hemen birkaç arkadaşını aradı ve onlardan

 "Paranın satın alabileceği en iyi özel dedektif

konusunda yardım istedi. Hepsi tek bir isimde birleştiler: Feridun Tunaoğlu. Mesleğinde bir numara, sicili tertemiz, eski bir polisti. Tam bir yaşlı kurttu. Ama asıl ilginç olan az sonra Kerem'in de aynı konu için dostunu ve eski ortağını araması oldu. Ortaklıktan ayrılmış olsalar da hep iyi dost olarak kalmışlardı. İkisinin arasında şöyle bir konuşma geçti:

" Ne? Zaten özel dedektif tuttun mu? "

"Evet, hem de bu işlerde en iyi olanı sorup soruşturdum."

diyen Metin, yıllar önce olan olayı ve Yeşim'in öz babası olduğunu ailesinden başkasına söylememesi şartıyla Kerem' e anlattı. Ondan sır çıkmayacağını biliyordu. Hele kızının hayatı tehlikedeyken kesseler kimseye söylemezdi.

"O yüzden için rahat etsin Keremciğim, senin de ayrıca dedektif tutmana gerek yok, kızım için elimden geleni yapıyorum. Bu arada Serdar'a çok teşekkür ettiğimi ilet lütfen. "

"Ne demek? Umudunu kaybetme. Senin kızın, bizim de kızımız sayılır. Bulunacak inşallah. İyi düşünelim, iyi olsun."

dedi. Biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapatan Kerem, hem şaşırdı, hem de sevindi. İçinden

"İşe bak sen! Allah! Allah! Yıllar önce meğer neler neler olmuş!"

diyordu. 

O sırada Zerrin ile kardeşi Aslan ise Yeşim'in kaybolduğu haberini duyunca, çak yaptılar.

"Vay canına abla! Senin Mafia Çetin, sözünü tuttu."

"Ne sandın ya? Şşşt! Yavaş konuş. Aman ha! Yerin kulağı vardır!"

Aslan, ağzına fermuar çeker gibi yaptı.

"Hah! Şöyle...."

Kardeşi dayanamadı, fısıldayarak da olsa konuşmaya başladı:

"Abla ya....ya polis bu işi Çetin'in yaptığını öğrenir, o da senin adını verirse?"

"Çetin beni satmaz. Merak etme."

yi de ne sebep bulacak? Kızı öldürmesi için bir nedeni yok ki?

"Ne bileyim ablacığım? Uydurur bir şey! O, çok akıllıdır. Olmadı kaçar, izini kaybettirir ya da bir başka adamını harcatır. "

"Off! İnşallah dediğin gibi olur abla."

"Merak etme sen ablasının kuzusu. Hiçbir şey olmayacak. Bak ötekini de ben hakladım. Bir şey oldu mu? Kendimi super kahraman gibi hissediyorum."

"Senden korkulur valla süper kahraman ablam! Sana bir de isim vermeli. Ama aklıma gelmiyor...ııııımmmm....şöyle fiyakalı bir isim olmalı! Bir süper kahramana yakışır isim."

"Ölümcül olmalı..."

"Kesinlikle..."

"Siyah Mamba nasıl?"

"Ama o Kill Bill'de vardı abla. Başka bir şey bulalım sana...."

"Tarantula Zerrin!"

"Hihihihi. Ama o da çok klişe yaa..."

Ve abla - kardeş korkutucu, ölümcül bir isim üzerinde düşünmeye başladılar. İçleri rahatlamıştı. Artık ayaklarına dolanacak ve tüm servetlerine ortak olacak bir üvey kardeş yoktu. 
Yeşim de kim oluyordu yahu? Alt tarafı babalarının çok gençken yaptığı hatasının, bir gecelik ilişkisinin yüzünden dünyaya gelmiş biriydi. Yok öyle, yıllar sonra ortaya çıkıp; pat diye servetlerine ortak olmak! 

diyorlardı.


Yazan: Müjde Dural
Not: Bu hikayedeki kişi, isim, kurumlar hayalidir. Gerçek kişilerle ilgisi yoktur. İsim benzerliğidir.


23 Mayıs 2025 Cuma

FAYDALI BİR BLOG

Faydalı bir site görünce bloğumda paylaşıyorum ki, okurlar da faydalansın. Haberleri olsun. Binbir türlü üzüm yetişen ülkemizde üzümcülüğün nasıl yok edildiğini anlatan bir Twitter hesabında tesadüfen gördüm. Zeytin ağaçlarına  düşmanlıklarını biliyordum da üzümü bilmiyordum. Ülkenin zeytinini yok et, üzümünü yok, ormanını yok et...eee? Başka ülkelerden zeytin, zeytinyağı, üzüm alalım! Bunun adı nedir? Siz koyun.

 Yusuf Yavuz Haberleri



17 Mayıs 2025 Cumartesi

DUYURU


Değerli blog arkadaşlarım. Şarkıdaki gibi

"Ben yoruldum hayat varma üstüme" durumundayım. İki gün sonra 19 Mayıs'ta Bücürük oğlumun ölüm yıldönümü. Bir yıl geçmiş. İnanın sabah kalkacak halim olmuyor. Bazen gece 12.00'de aşağıya yani apt. bahçesine inip kedilerin mama kabına kuru mama dolduruyorum ki, sabah ben uyanana (bazen 11.00'e kadar uyanamıyorum) kadar aç kalmasınlar. Kalp çarpıntısı, sıkıntı, stres, gerginlik, başımda bir tuhaflık, yastığa koyunca dönüyor sanki, belki de şu iç kulak dengesizliği, bilemiyorum...canım hastane, doktor lafını bile duymak istemiyor. D vitaminimi, vs. alıyorum. Gittiği yere kadar gitsin. Kurs kolay değil; zor; neredeyse bütün gün, gece bile çalışıyorum. E, bir de kediler, evin işleri var. Hikayede isimler başta olmak üzere bazı değişiklikler yapmasam hemen kopyalayıp yapıştırırdım ama isimler dahil değişiklik de yapıyorum ve bu zaman alıyor. Acele edersem bir cümlede Ahmet yazdığım öteki cümlede Mehmet oluyor. O yüzden Yeşim isimli romanıma devam edemeyeceğim. Kusura bakmayın.

Hikayenin geri kalanını (tamamını) ve finalini merak eden olursa, şuraya (bloğum) tıklayarak öğrenebilir:

YEŞİM 1. Bölüm (özet)





Gördüğünüz üzere her bölümün en altında
"Bölümler" var. En son "Final" dahil. Tıklayınca ilgili bölüm açılır.

 ROMAN şeklindeki, uzun versiyonunun tamamını (final dahil) ise Wattpad hikaye sitesinde VPN ile okuyabilirsiniz. Siteyi hükümet maalesef kapattı. Yurt dışında ve bir de VPN ile okunabiliyor. Wattpad.com'a girerseniz. Büyüteç simgeli arama kısmında kediciteyze1 yazarak Yeşim'i bulabilirsiniz. Ya da Yeşim yazarak aratabilirsiniz.

Tekrar kusura bakmayın.

14 Mayıs 2025 Çarşamba

TANRI'nın İMTİHANININ KİME NE FAYDASI VAR?

Birkaç gün önce, Konya'da 80 yaşında bir köylü, bir eşeğin başına çuval geçirip, sopayla dövmüş ve birisi bunu videoya çekip; sosyal medyada paylaşmıştı.

Video çeken, videoya çekeceğine neden gidip o sopayı, o 80 yaşındaki adamın kafasında paralamadı veya malum yerine sokmadı bilemiyorum. Belki küçük bir çocuktu, belki adamın kendi oğluydu ve belki yıllarca bu adamdan kendisi de şiddet gördüğü için korkudan yapamamıştır.

Dünyaya insan değil de, eşek olarak gelmekten başka suçu olmayan zavallı can, yere yığılarak öldü.



Kaynak: Yeniçağ

Tabii 80 yaşındaki cani "İNSAN" kabul edildiği için hiçbir ceza almadı. Alsa da ne olacak? Zavallı eşek, kim bilir o güne kadar her gün bu adamdan daha ne eziyetler görmüştü. Bu ilk değildir. Düşündüm bir insan, bir eşeğe niye öyle acımasızca, ölene kadar sopalar diye. Bir eşek, bir insana ne yapabilir? Büyük ihtimalle eşeğe her gün tecavüz de ediyordu belki zavallı acıdan çifte attı o da böyle yaptı.

Bu olayı çok, çok sevdiğim komşumla konuştuk. Laf lafı açtı. "Ben işte bu yüzden deistim" dedim. Canım komşum da din kültürü öğretmeni. "Ablacım o adam öteki dünyada cezasını çeker hiç merak etme, bu dünya imtihan dünyası" dedi. İşte benim anlamadığım nokta da bu. Öteki dünyada cezasını çekmiş, çekmemiş eşeğin o an çektiği acıya ne faydası var? Bir canlı, dakikalarca o acıyı (sopalana sopalana bayılarak ölmek) yaşadı mı? Yaşadı. Acılar içinde kıvrana kıvrana öldü. Öldükten sonra, o acıları çektikten sonra ona o acıları yaşatan caninin cezalandırılmış olmasının eşeğe bir faydası var mı? Yok.


Ha, belki öteki hayatı varsa eşeğin de, bizim de içimiz soğur, hoşumuza gider, "oh olsun pis cani cezasını çekti" deriz ama asıl önemlisi o eşeğin çektiği acı değil mi? Asıl önemli olan bir Tanrı varsa, o eşek o acıyı çekmemeliydi.


Diyelim ki, bu dünya bir imtihan dünyası. İmtihan edilen kim? 80 yaşındaki "insan". Gerçi bence o şahıs değil insan; eşek bile olamaz. Bildiğiniz psikopat, ruh hastası bir cani. Bir sadist. Sadist, başkasına acı çektirmekten zevk alır. Tıbbi bir tedavisi de yoktur. Dünyadaki tüm seri katiller sadisttir. Psikopattır ve insan öldürmeye başlamadan önce kedi, köpek, tavşan, kuş ne bulabildiyse önce küçük hayvanlara işkence ederek başlarlar ve bu bilgi psikiyatrist raporlarında, psikiyatri hastane kayıtlarında, polis, FBI kayıtlarında mevcuttur.

Peki imtihan edilen 80 yaşındaki köylüyse, eşeğin başına gelen ne? Eşeğin suçu ne? Eşeğin günahı ne? Allah, eşeği de mi imtihan ediyor? Gözü oyulan yavru kedilerin, dünyaya inek, manda, koyun olarak geldikleri için kesilip yenilenlerin suçu ne? Tecavüz edilen, barınaklarda dövülen köpeklerin suçu ne? İnsanlar imtihan ediliyor anladık. Hayvanlar imtihan edilmediğine göre suçu ne?

Niye daha o adam sopayı eşeğin kafasına indirmeden onun eline felç getirmiyor? Madem Allah bir işe yarasın yaa.

Dedi ki, canım komşum "Abla, Allah öyle müdahale etseydi o zaman imtihan olmazdı"

"Herkes melek gibi iyi olurdu abla. İmtihana gerek kalmazdı."

İyi ya, Allah, insanları melek gibi İYİ yaratsaydı ne sakıncası vardı? Tüm insanların iyi olmasının Allah için nasıl bir sakıncası olabilir? Yani, yaratıcı, " Herkesi İYİ yaratabilirim ama yaratmayayım; özgür irade vereyim; bakalım iyi mi olacaklar? Kötü mü olacaklar? İyi olurlarsa ne ala; yok kötü olurlarsa onları cehenneme atayım mı dedi? Peki bunun Allah'a ne gibi bir faydası var? İyiler cennete gitti. Tamam. Kötüler de cehenneme gitti. O da tamam. Eee? Çekilen onca ACI ne oldu? O eşeğin çektiği acı? Hep yazıyorlar Gazze'deki bebeklerin çektiği acı ne oldu? Hiroşima'da insanlar, kediler, kuşlar tüm canlılar 3000 Santigrat derece sıcaklıkta kavrularak ölürken çektikleri ACI ne oldu? Bunları yaşadılar. Bu acıları çektiler. Ne uğruna? Hepsi, yaratıcımız insanları imtihan ediyor o yüzden. Bakalım iyilik mi yapacaklar? Kötülük mü yapacaklar?


Niye? Kötüler olmasaydı da cehenneme de gerek kalmazdı daha iyi olmaz mıydı? Allah, insanları imtihan edecek diye niye eşekler, kediler, köpekler, bebekler, çocuklar acı çekecek.


Ben o eşeğin yerinde olsam

"Yani kusura bakma da Tanrı'm senin imtihanına turp sıkayım, limon sıkayım. Sen, 80 yaşındaki bir caniyi imtihan edeceksin diye zavallı ben, kafamda çuval, sopa yiye yiye, acılar çeke çeke, gözlerimden yaş gele gele, yere yığılıp öldüm. Alt tarafı kaç yıllık ömrümde taze ot yiyecek, biri elma verirse sevinecek, su içecek, kırlarda koşup, mutlu yaşayacak, sıpamı doğuracak; ona süt verecek, sevecek; çocuğumla mutlu yaşamak istemiştim.


Çok mu iyi oldu imtihan ettin? Şimdi o 80 yaşındaki köylüyü cehenneme atmış olman benim o gün o çektiğim acıyı siliyor mu? Unutturuyor mu? Bu ne biçim bir imtihan ya? Hayır imtihan ettin o 80 yaşındaki insanı. Baktın beni böyle sopayla döve döve öldürdü. Cehenneme attın cezasını verdin. Eee? Bunun sana yani Tanrı olarak sana ne gibi bir faydası oldu; çünkü bana bir faydası olmadı. Ben o gün çektiğim o acıyı unutamıyorum. Acıyı çeken benim. Sen değilsin ki Tanrı'm! O cani de acı çekmedi. Yani sen ALlah olarak biri bir kötülük yapınca cezasını verdiğin için mutlu mu oldun? Onun yerine daha kötülük yapamadan mani olsan ve eşeğin hayatını kurtarsan daha mutlu olmaz mıydın? "


derdim. Eşek konuşamayacağına göre ve


"Acıyı hissediyorsan canlısın (ölü değilsin); başkasının çektiği acıyı hissediyorsan (empati yapabiliyorsan) İNSANSIN" sözüne dayanarak; ben sormuş olayım. Evet Tanrı'm: Kötülük yapanları sonradan cezalandıracağına, kötülüklere mani olsan daha mutlu olmaz mıydın? Herkes melek gibi olsaydı ne sakıncası vardı? "Aman özgür irade vereyim de kötülük yapanları cehenneme atayım" ın esprisi ne? Sana ne faydası var? İnsanlara ne faydası var? Yeryüzünde hiçbir KÖTÜ, "Aman şu merkebi sopalayarak öldürmeyeyim yoksa cehenneme giderim" demiyor. Yani cehennemin bir caydırıcılığı yok. Olsaydı "Aman yanarız" diye kimse kötülük yapmazdı. Tersine, ağzı süt kokan 6 aylık bebeğe tecavüz eden var, ağzı var dili yok köpeğe tecavüz edip kafasını kesen var, oraya buraya bomba atan var, iki bilezik için halasını doğrayan, 3 metre arazi için amca oğullarını kurşuna dizen var. Öz kızına, öz bacısına tecavüz eden var. E, yani cehenneminin bir caydırıcılığı da yok. Peki, Allah, kullarını imtihan etmeye niye gerek duyuyor? Tek cevap var: İyileri cennete; kötüleri cehenneme göndermek yani cezalandırmak için. Bunu yapmasa kötüler, yaptıkları kötülükle kalacaklar. Bunu istemiyor. Peki, kurbanlar ne olacak? Kötülüklerin kötülük yapmasına müdahale etmemesi ne olacak? Kötüler, kötülükler yapsınlar, ben sonra cezalandırırımın esprisi ne? Kime ne faydası var?


Peki, imtihanın caydırıcılığı yok, (olsaydı kimse ahiretini yakmamak için kötülük yapmazdı, bu 80 yaşındaki adam eşeği öldürmezdi mesela), imtihanın canı yananlara, KURBANLARA faydası yok (öteki dünyada beni öldürdü ama o da cezasını çekti diye içinin soğuması hariç o da çektiği acıya bir karşılık olamaz. Acıyı çektiğiyle kaldı), Tanrı'ya bir faydası var mı? Adaleti sağlamış olmanın verdiği mutluluk desem yani tamam öteki dünyada adaleti sağlıyor ama adı üstünde: Öteki dünyada. Bu dünyadaki kurbanlar için bir işe yaramıyor. Tanrı, "Keşke kötülük yapmasaydın da seni cehenneme atmasaydım" diye belki üzülüyor bile. İmtihanın kime faydası var? Yanan insan "Vay ben eşeği dövdüm işte yanıyorum" diyecek ha işte belki bir tek onun pişman olmasına yaradı ama bu durumda canın yanan kurban yine çektiği acıyla kaldı. 80 yaşındaki adamın yanarken pişman olmasının Allah'a bir faydası var mı? Yok. Pişman oldu diye affedecek mi? E, o zaman eşeğin çektiği ACI ne olacak? Diyelim affetti. Tüm bunlar niye yaşandı? Onun yerine adamın eline felç gelseydi ve eşek kurtulsaydı daha iyi ve adaletli olmaz mıydı?  

Kısacası diyorum ki; 
Tanrı'nın imtihanın kula ne faydası var? Tanrı'ya ne faydası var? 


Haberin orijinali için alttaki linki tıklayabilirsiniz. Ben her link yapıştırdığımda "ayrı pencerede / ayrı sayfada açılsın" seçeneğini işaretliyorum ama blogger bozulmuş. Maalesef ayrı pencerede açmıyor. Kabahat benim değil yani.

EŞEĞİN SUÇU NE?

30 Nisan 2025 Çarşamba

YEŞİM (ROMAN) 16. BÖLÜM



Aradan yarım saat geçti. Yeşim, gölün yanındaki devasa yeraltı mağarasına açılan ve vaktiyle kimilerinin define var söylentisiyle define aradıkları eski madendeki çukurun dibinde, başına aldığı darbeden ötürü baygın yatıyor ve düş görüyordu. Elindeki kazma sağ tarafına düşmüştü, bareti başından çıkmış ters bir şekilde taşların, toprakların üstünde duruyordu. Biraz yanında vaktiyle define arayanlardan kalma sararmış, buruşmuş bir harita, su şişesi, yamulmuş bir matara vardı.

Rüyasında her yer diz boyu kardı ve evlerin saçaklarından boy sırasına dizilmiş buzlar sarkıyordu. Üzerinde pijamalarıyla üşüyordu. Niye böyle kazaksız, montsuz, pijamayla kara çıkmıştı ki? Sonra rüya gördüğünü anladı ama henüz gözleri kapalıydı. Uyku ile uyanıklığın arasındaki eşikteydi. Bu sefer de

"Neden ev bu kadar soğuk? Annem sobayı yaksa ya! Niye her yanım ağrıyor? Niye yatakta değil de yerdeymişim gibi sert?"

diye düşünürken, elinin üzerinde kıpır kıpır yürüyen bir şey hissetti ve yeşil gözlerini açtı.

Açmasıyla birlikte, elinin üstünde gezinen sekiz, tüylü ayağı gördü. Bu görüntüsü ürkütücü ama zararsız bir örümcekti.

"Ayyy!"

diyerek örümceği elinin üstünden attı. Gözleri karanlığa alışınca, baretini aldı ve ışığını yaktı. Elini cebine attığında cep telefonunu almadığını hatırladı. Hoş; alsa da bu kadar derinde çekmezdi. Baretin lambasının şarjı kaç saat dayanırdı bilmiyordu çünkü burada ne kadar baygın yattığından haberi yoktu. O iki adam neden kendisini buraya atmıştı? Niye? Neden yaa? Neden? Düşünüyor bir cevap bulamıyordu. Hırsız olsalar çalacak parası yoktu! Sapık olsalar daha kötü şeyler yaparlardı! Bir sebep bulamıyordu. Kaburgaları, dizi, dirsekleri ağrılar içinde ayağa kalkmayı başardı. Yukarı doğru seslendi:

"İmdaaaaat! Kimse yok mu? İmdaaat! Kurtarın! Buradayım! İmdaaaat! Kimse yok mu?"

diye bağırmaya başladı. Sonra bu civarda kimsenin olmadığını hatırladı. Yukarıya tırmanması imkânsızdı. Aklına babasının vaktiyle söyledikleri geldi:

" Eski madenin bir tanesi gölün yanındaki, kocaman bir yer altı mağarasına açılıyormuş. Giren kayboluyor diyorlar o yüzden kimse girmeye cesaret edemiyor. "

Ya bu o madense? Bir yol olmalıydı, buradan çıkmalıydı. Annesini düşündü kim bilir nasıl merak etmişti? Annem kaybolduğumu anlayınca, polise haber verir diye aklından geçirdi ama kimse buraya geldiklerini bilmiyordu. Kazmayı aldı. Baretin lambasının ışığında dikkatle yürümeye başladı. Pes etmeyecekti. Buradan kurtulacaktı. Epey yürüdü. Tavan neredeyse başına değecekti, gittikçe alçaldı ve yol daraldı. Bundan sonrasını emekleyerek gitmesi gerekti. Dizlerinin üstünde gide gide nefes nefese kaldı, susamıştı ve soğuktan titriyordu. Sağı kaya, solu kaya, başının üstü kayaydı. Morali sıfırdı. Uyursa öleceğini biliyordu. Uyumak ve kendini ölümün soğuk kollarına bırakması an meselesiydi ki, babasının bir sözü daha aklına geldi:

"Madende moral olsun diye sesi güzeller şarkı söyler, arkadaşlar hep bana türkü söyletirler."

"Hangi türküyü baba?"

"Aklıma o anda ne gelirse onu ama en çok Beyaz Giyme Toz Olur'u söylüyorum. Arkadaşlar onu yanık yanık okuduğumu söylüyorlar. Bu türküyü anneniz için söylerdim aslında. Söylerken de onu düşünürdüm hep."

Yeşim, tüyleri diken diken, tir tir titreyerek, dişleri takır takır birbirine çarparak söylemeye başladı. Babasından güç almasının tam zamanıydı.

"Beyaz....giyme toz o....ooluurr.......siyah giyme...söz oluuuur...."

Ve cılız ışıkta emeklemeye devam etti. İşe yaramıştı.

O sırada annesi ise Kemal Usta ile karakoldaydı. Kadıncağız, Yeşim dönmeyince, madene gittiğinde kimsenin televizyonculardan filan haberinin olmadığını öğrenince çılgına dönmüştü.

"Televizyoncular mı? Buraya mı? Yooo....kimse gelmedi bacım."

"Nasıl olur Kemal Usta? Buraya geleceklerdi, çekim yapacaklardı, bir saatte döneriz dediydiler. İki kişiydiler. Amanın! Kızımı kaçırdılar mı yoksa? Allah'ım! Kızım nerede? Kızımı bulun bana!"

diye paniğe kapılınca, Kemal ustanın arabasıyla karakola gittiler. Karakol amiri, yerel televizyon kanalını arayınca, daha önce kızla röportaj yapan İpek ve kameraman arkadaşı hemen karakola geldiler. Kendilerinden kimsenin çekim için onlara gitmediğini söylediler. Yeşim'i kimse oralarda görmemişti. Çekim yapan da yoktu. Yerel tv kanalı için bu önemli bir haberdi. İpek, mikrofonu eline aldı ve canlı yayına bağlandı.

"Sayın seyirciler, tüm ülkenin gurur duyduğu maden işçisi Yeşim Özbey'in kaçırıldığından şüpheleniliyor. Televizyoncu olduklarını söyleyen iki kişi, Yeşim Özbey'in annesi Fatma Özbey'e kızıyla röportaj yapacaklarını ve bir saat sonra döneceklerini söylemişler. Ancak aradan saatler geçmesine rağmen bu esrarengiz kişiler de, Yeşim de ortada yok. Fatma hanım yanımızda. Buyurun Fatma Hanım, söz sizin. Lütfen anlatır mısınız seyircilerimize neler olduğunu? Kızınınız nasıl kaçırıldığını."

diyerek; mikrofonu Fatma'ya uzattı. Kadıncağızın pembe yanakları al, al olmuştu. Gözlerinden yaşlar akarak



"Kaçırdılar kızımı! Onlar kaçırdı! Allah aşkına bulun kızımı! Televizyoncuyuz; röportaj neyim yapacağız dediler. İnandık. Keşke kabul etmeseydim. Kızım çok ısrar etti. Anne ne olur gidelim hem 10.000 lira alacağız fena mı ne olur kabul et dedi. Keşke etmeseydim. Onlar kaçırdı kızımı. N'olur kızımı bulun bana. Yeşim'imi bulun! "

diye haykırdı.

İstanbul, Beykoz'da, mor, sarı, beyaz manolyalar, yosun yeşilinden, fıstık yeşiline, limon sarısından, şeker pembesine kadar açıklı, koyulu tonlarla ağaçlar içindeki beyaz malikânenin salonunda evin hanımı ve Sadullah Emin'in oğlu Kerem'in eşi, Aydan, turuncu, beyaz gülleri ikebana ustası bir Japon gibi vazoya yerleştirirken; eşi Kerem, doktorlar stresten uzak dursun, bulmaca çözsün dediğinden, elinde arkası silgili kurşun kalem, bir yandan gazetenin kare bulmacasını çözerken, bir yandan televizyonda röportajı izliyordu.

Fatma Özbey ismini duyunca, topuz saçlı, zarif kadın "Aaaa!" derken eşi, tek kaşını kaldırdı. Kerem;

"Baksana hanım. Bu Fatma Özbey, bizim Hüseyin'in karısı değil miydi? Hani on yıl önce benim hayatımı kurtaran?" diyerek sorunca karısı yanıtladı:

"Evet! Ben de hatırladım!"

"Açsana sesini! Neler olmuş anlayalım. Kızım kaçırıldı diyor!"

Kadın uzaktan kumandayı alıp sesi açtı. Fatma, ağlamaktan kesik kesik konuşuyordu.

"Kızımı onlar kaçırdı! Kızımı kaçırdılar! Kurban olayım, kızımı bulun bana!"

Daha sonra muhabir tekrar araya girdi, "birkaç ay önce madendeki göçükte eşini ve oğlunu kaybeden talihsiz kadın" deyince Kerem şoke oldu.

"NE? Nasıl olur? Benim niye haberim yok?"

"Benim de haberim yok Keremciğim. İnan şimdi duyuyorum. Belki tam sen hastanedeyken olmuştur. Dur bakayım internetten ne zaman olmuş? Hay Allah!....dur canım bakıyorum... "

Kadın, telefonu alıp biraz araştırınca haberleri buldu. Tarihler tam da adamcağızın kalp ameliyatı olduğu günlerdi. Ayrıca, kendi annesi de evde düşüp kalçasını kırmış, üst üste gelen aksiliklerle günlerce ev - hastane; hastane-ev arasında mekik dokumuş, sosyal medyadan, televizyondan uzak durmuşlar. Eve gelip banyo yapıp, bir şeyler atıştırıp, uyumuşlar. Hastanede refakatçi kalmışlardı.

"Evet canım tam biz hastanedeyken olmuş, sonunda biz eve geldiğimizde de haber çoktan eskimiş, gündem öyle hızla değişiyor ki ülkede, duymamış olmamız çok doğal. İnanamıyorum kadıncağız hem eşini, hem oğlunu kaybetmiş. "

Kerem, ellerini dizlerine vura vura haykırdı:

"Vah! Vah! Vah! Hüseyin! Beni kurtardın ama kendin gittin ha? Hem de oğlunla! Mekanın cennet olsun, nurlar için yatsın. Vah! Vah! Vah! Hay Allah! Hanım hemen hazırlanalım doğru Soma'ya, çiftlik evine. Kadıncağızı bu kara gününde yalnız bırakmak bana yakışmaz. Hüseyin, beni o gün göçükte hayatını tehlikeye atarak kurtarmasaydı ben şimdi yoktum. Kızı için de özel dedektif filan her ne gerekiyorsa yapalım. Bizim Metin iyi anlar o işlerden ona sorarım iyi bir dedektif tavsiye etsin. "

"Keremciğim, Serdar zaten orada, aslan gibi oğlumuz varken, senin kalkıp gitmen olmaz. Doktor istirahat verdi, stres yok dedi. Daha yeni bypass oldun; Serdar'a telefon edip durumu anlatalım. Elimizden gelen her şeyi yaparız. Çocuk halleder bizim adımıza. Dedektif de tutarız."

"Hay aklınla bin yaşa hanım. Doğru söylüyorsun. Hemen arayayım bizim oğlanı.

diyerek telefonu tuşladı ve olan biteni oğluna anlatmaya başladı. Serdar, çocukken kendisini buz gibi göle atan Yeşim'in ismini böyle trajik bir olayla yeniden duyduğunda çok şaşırdı. 

Devam edecek....


Yazan: Müjde Dural
Not: Bu hikayedeki kişilerin ve kurumların gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur. İsim benzerliğidir.

29 Nisan 2025 Salı

O %30' U BUNLARDAN ALIYOR

 


Alın teriyle geçinenler, peynir, zeytin alırken bile düşünürken, hani soruyorsunuz ya

"Şu pahalılık, sığınmacı çöplüğü, atanamayan öğretmenler, hapsedilen muhalif liderlerle, yok olan adalet, hak, hukukla AKP nasıl hâlâ % 30  oy alıyor " diye

İşte bu tiplerden oy alıyor. 

Olayın görgüsüzlük kısmına girmiyorum bile. Ben çocuktum. Çocuk derken ilkokul beş ya da ortaokul birinci sınıftaydım. Tam hatırlamıyorum ama çocuğum ya, boyum uzadığı için ya da eskidiği için yeni bir manto alınmıştı da giymeye utanmıştım. Annemler, sokağa elimizde yiyecekle göndermezdi. Başka çocukların canı çeker diye. Yapılan yemeği söylerken bile 

"Söylemesi ayıp makarna yaptım"

denirdi. Malla, zenginlikle övünmek görgüsüzlüktür. Video için çekilen müzik de Cennet Mahallesi müziği herhalde.