18 Eylül 2024 Çarşamba

GRİP ve TEŞEKKÜR (yorumu)


Arkadaşlar yeni yazdığınız yazıları okumaya gelemiyorum, bir haftadır çok hastayım



4 Eylül 2024 Çarşamba

GÖNDERİLMEMİŞ AŞK MEKTUPLARI


(Rahmetli annemin açık mavi, tüllü şapkası)

1960 yazıydı. Annelerimizin gardıroplarında kombinezon, jartiyer ve arkası dikişli ince çorapların olduğu günlerdi. Yuvarlak kutular içinde çiçekli veya gözlere kadar inen tüllü şapkalar da olurdu. Ben, Zeynep ve Leyla. On üç yaşında üç kız, aynı apartmanda oturuyor, aynı okula - Ayrancı İlkokulu'na - gidiyorduk. Ayrılmaz üçlüydük. O zamanlarda bilgisayarın, cep telefonunun adı bile duyulmamıştı. Çamaşırlar merdaneli makinede (bizimkinin markası NurMetal'di hâlâ hatırlarım), bulaşıklar elde yıkanırdı. Evlerimizde ev telefonu bile yoktu. Sadece Zeynep'in babası doktor olduğu için onların evinde parmağını yuvarlak deliklere sokup, "ÇIIIRRTT" diye çevrilen, siyah, ahizeli bir telefon vardı. Şimdiki gençlerin, Z kuşağının hiç görmediği bir şey.



Televizyon da Türkiye'ye henüz gelmemişti. O yüzden bol bol sinemaya giderdik ve üçümüz de William Holden'e aşıktık. Daha doğrusu ünlü film yıldızlarına duyulan çocukça hayranlık diyeyim. Çocuğuz biz daha ne aşkı?

(Piknik filminden bir sahne)

Yan yana dizilmiş, şimdi yerinde yeller esen Çankaya Sineması'nda Piknik filminin afişine baygın gözlerle bakıyorduk. Filmin esas kızı bal rengi gözlü Kim Novak; esas oğlan da mavi gözlü, yakışıklı William Holden'di.


"Ay! Çocuklar, birbirlerine ne kadar yakışıyorlar."


diyor, iç geçiriyorduk ki, Leyla'nın aklına bir şey geldi:


"Kızlar, mektup yazalım; imzalı fotoğrafını isteyelim mi?"


Fikri beğenmiştik ama adresi nereden bulacaktık? Şimdiki gibi bilgisayar, internet, ünlülerin sosyal medya hesapları filan yoktu ki.


"Mektupları yazalım, adresi bulunca göndeririz" dedik. Babalarımızın dolma kalemlerini alıp, pembe pelür kağıtlara yarım yamalak İngilizcemizle, büyükler görmeden


"Dear Mr. William Holden..."


ile başlayan ve


"Sizi çok seviyoruz. Bugün arkadaşlarımla Piknik filmine ikinci kez gittik. Biz, Ankara, Türkiye'de yaşıyoruz. Lütfen bize imzalı bir fotoğraf gönderir misiniz? Çok seviniriz."


diye devan eden, selamlar ve iyi dileklerle biten mektuplar göndermeye başladık.



"Kızlar, ben mektubun sonuna öpücük de koydum."

"NEEE? Nasıl yaptın ki?"


"Annem, bulaşık yıkarken, tuvalet masasında rujunu sürdüm sonra kâğıdı öptüm, öyle güzel ruj izi çıktı ki, sonra hemen sildim dudaklarımı annem görmesin diye."


Üçümüz de kikir, kikir, kikirdedik. Zaten annelerimiz evden gidince rujlarını, allıklarını sürmek, kalem topuklu ayakkabılarını giymek en sevdiğimiz şeydi. Mektuplar zamanla birikti. Anne, babalar görüp, kulaklarımızı çekmesinler diye onları saklayacak bir zula bulmak gerekiyordu. Zeynep imdadımıza yetişti:


"Teyzemin kahve sehpasının kenarında kimsenin bilmediği incecik bir yarık var. Oradan içeri atalım."



Böylece mektuplarımız ceviz ağacından oyularak yapılmış, aslan ayaklı sehpanın içindeki gizli bölmeyi boyladı. O arada Hayat Mecmuası, Ses Mecmuası gibi dönemin ünlü dergilerinden William Holden'in adresini istedik ama işe yaramadı.


"Yahu, Amerikan Sefareti burnumuzun dibinde. Onlara söyleyelim."


Çankaya'da oturmamız avantajımızdı. O yıllarda büyükelçilikten çok "sefaret" kelimesi kullanılırdı. Etrafımız çeşitli elçiliklerin binalarıyla doluydu. Sokaklarda dolaşırken sarileriyle Hint kadınlarına, çekik gözlü Japonlara sık sık rastlardık. Kâğıt, kalem aldık ve yürüye yürüye Amerikan Sefaretine gittik. Parmaklıklı kapının yanında bir nöbetçi kulübesi vardı ama ne kadar yalvarsak da eli boş döndük. Bıyıklı adam bizi içeri almadı.


"Pis adam!"


"Löööö!"


diye dil çıkartıp, benzer sözler söyleyerek kaçtık. Adamcağız da sabırlıymış. İntikam olsun diye biraz sonra elimizde makaslarla gittik. İki metre demir parmaklıklardan dışarı taşan güllerden bol bol kestik, eve götürdük. Nasıl güzel kokuyorlardı anlatamam.


Piknik'ten sonra başka filmler de geldi. Sabrina, Aşk Çok Güzel Bir Şeydir, Paris'te Aşk Başkadır gibi. Hepsine bir, iki kez gittik. Annelerimiz kızmasa daha da çok gidecektik. Gişedeki adam artık üçümüzü de tanıyordu.


"Yine mi siz?"


"Evet yine biziz, sana ne? Saman ye! Daha doymazsan beni ye!"


Nasıl da şımarıktık. Çocukluk işte. 😆 On üç yaş nedir ki? Böylece baharlar baharları, kışlar kışları kovaladı. Yerler kâh çiçek tozlarıyla, kâh karla doldu ve on yıl geçti. Adresi bulmaktan artık vaz geçmiştik. Mektupları da sehpanın içinde unuttuk. Artık sokakta saklambaç, yakar top oynayacak; akşam olunca "Akşam Ebesi!" diye birbirimizin sırtına vurarak, merdivenlerde kahkahalarla koşturduğumuz günler geçmişti. Üniversiteden mezun olunca, Zeynep, bir doktorla; Leyla da bir öğretmenle evlenmişti. Ben, henüz bekârdım çünkü Amerika'ya dil okuluna gidecektim. Hangisini seçsem diye düşünürken, Zeynep, teyzesini kaybetti. Çok üzgündüler, biz de öyleydik. Evcilik için onlara gittiğimizde buzdolabının buzluğunda yaptığı "FrukoBuz" ikram ederdi bize. Çankaya Sineması'nda satılanın aynısıydı. Nasıl becerdiğine hâlâ şaşırırım. Ellerimiz donmasın diye de kahverengi ambalaj kâğıdına sararak verirdi.


Mevlut okunurken dantelli kahve sehpası gözüme ilişti. Fısıldadım:


"Zeynepciğim, mektuplar hâlâ içinde mi?"


"Aaa! Çoktan unuttum! Evet, içinde olmalı."


"Bana versene. Amerika'ya gideceğim ya; belki adresi bulurum. Yıllar sonra da olsa kendisine ulaştırırız."


Mevlut okunurken, diğerleri görmeden Zeynep, pul maşasıyla tüm mektupları gizli bölmeden çıkarttı ve bana verdi.


On yıl önce adres için gittiğimiz elçiliğe bu sefer vize için gittim. Kapıdaki adam aynı kişiydi. O beni tanımadı tabii ama ben onu tanıyıp ne maskaralıklar yaptığımızı hatırlayınca bir gülmedir geldi. Vizeler, pasaport işlemleri tamamlandı. Annemler, Zeynep ve Leyla ile gülmeli, ağlamalı kucaklaşmalardan sonra uçaktaydım. Tüylerim diken dikendi. Kızların


"Mektupları unutma sakın!"


demesini, babamın şakayla karışık


"Bana bak kızım! Dönerken yanında sakın Corc, Morc getirme ha!"


demesi sayesinde uçak korkumu yendim.


Babam, fotoğraf çekmem için minik bir Kodak makine de almıştı bana. Bol bol resim çekerken, okulun hocası Susan hanımla arkadaşlığımızı ilerletince ona mektuplardan söz ettim. Hikaye ilgisini çekti ve elinden geleni yapacağını söyledi. Gerçekten de bir hafta sonra nasıl bulduysa bana adresi verdi. Bir sarı taksiye bindim ve şoföre kâğıdı uzattım ve İngilizce olarak o adrese gitmek istediğimi söyledim. Şoför bana dönüp gülümsedi.


"Türk müsünüz?"


Afalladım.


" Evet? Siz de mi?"


Kahverengi gözlü, siyah saçlı, yaşıtım gencin bakışları "Benden zarar gelmez" diyordu.


"Evet. Hem dil öğreniyorum, hem de okul harçlığımı çıkartıyorum." dedikten sonra elini uzattı:


" Mert."


Uzatılan eli sıktım.


"Nazlı."


Sohbet ede ede Beverly Hills'in muhteşem malikânelerinin olduğu yerlere gittik. Devasa bahçenin korunaklı bir kapısı vardı. Hikayeyi Mert'e de anlatmıştım. O da beni yalnız bırakmadı. Zili çaldım. Az sonra diafondan İngilizce bir ses geldi. Ne istediğimizi filan sordu. Dilim döndüğünce anlattım. Mert'in İngilizcesi daha iyiydi. O da konuştu ama adam Nuh diyor, peygamber demiyordu. Sesinin tonundan gittikçe kızdığını hissettik. Resmen azarlıyordu.Yüzüm düştü.


"Üzülme ya. Koskoca Hollywood yıldızı. Kimseleri almazlar içeri kolay kolay. Bak şöyle yapalım. Nasılsa adresi biliyoruz. Postaya verelim. Eline ulaştırırlar."


Neredeyse boynuna atlayacaktım. Bunu nasıl da düşünememiştim?


"Harikasın!"


En yakın postaneye gittik. Tek tek mektupları verdik. Afro- Amerikalı, şişman bir kadın memur hepsine PAT - PAT damga vururken keyifle izledim.


O günden sonra Los Angelesli taksi şoförü Mert'le sık sık birbirimizi aradık. 1970 olduğu için cep telefonu yoktu ama okulun telefonundan onun yurdunu arayabiliyordum. Öğretmenimiz "İngilizceyi konuşmak istiyorsanız kendi memleketinizden insanlarla konuşmayın" demişlerdi ama gönül ferman dinlemiyor. Altı aylık kurs sonunda eve döndüğümde aileme bir de damat adayı getirmiştim. Corc, Morc da değildi. 😃


Bir altı ay sonra ise, başımda papatyadan taç, mektuplar sayesinde tanıştığım çocukla nikâh masasındaydım. Zeynep ve Leyla da şahidimdi. İki gün sonra hem benim, hem Zeynep ve Leyla'nın baba evine Amerika'dan üç adet mektup gelmişti. Üç aile de açmamış, kızlarının gelmesini beklemişti. Heyecanla hepimiz aynı gün bizim evde buluştuk. Eller titreyerek üç zarf açıldı. Leyla ve Zeynep, eşlerine bahsetmemişlerdi. Durduk yere kıskançlık çıkmasın değil mi? Herkes Mert kadar anlayışlı ve hoşgörülü olmayabilir.


Zarflar açıldı, içinden William Holden'in üç fotoğrafı çıktı. Biri ben, biri Zeynep, üçüncü de Leyla için imzalanmıştı.


Çaylar içilip, tatlılar, tuzlular yenilirken, neler olduğunu soran annelere hikayemizi anlattık.


Mert, iyi bir iş teklifi alınca, on yıl geçmeden mutlaka vatanımıza dönmek üzere Amerika'ya yerleştik. 1981 yılına girdiğimizde artık Ankara'ya dönme planları yapıyorduk ki, televizyonda William Holden'in hayatını kaybettiğini söylediler. Efsane oyuncu, küllerinin Büyük Okyanus'a serpilmesini vasiyet etmişti. Bu platonik ve çocuksu aşk hikayesini bilen eşim bir gün beni deniz kıyısına götürdü. Elinde masum aşkın simgesi beyaz bir gül vardı.


Çiçeği usulca suya bıraktım. Dalgalarla yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Başım, Mert'in omzunda; çocukluğumun bu ünlü yıldızına veda ettim. Mektuplardan birinde rujlu öpücüğümün olduğunu söylemedim. O hâlâ biz kızların arasında sır. 😉



- SON -

Yazarın notu:
Bu hikayemi daha önce okuyup, yorumlar yaptınız. Okumayanlar ilk kez görecekler için yeniden yayınladım :)
Çocukluk arkadaşım Zeynep, Müjgan...kulakları çınlasın; birlikte gerçekten sinemaya giderdik, çok eğlenirdik, annelerimizin topuklu ayakkabılarını giyer sokağa çıkar, makyaj yapardık, tüllü mavi şapka duruyor :) ABD değil ama Rus Sefareti'nin güllerini gizli gizli kopartırdık, fruko buz yapan aslında Zeynep'in annesiydi, Çankaya Sineması maalesef yıkıldı :( şimdi herkes bir yerlerde....bağlantımız koptu maalesef. Hikayenin kalan kısımları ise kurgu yani hayal gücü. Gerçek değil. :)