Yedi yaşındaydım. İlkokul 2. sınıfa gidiyordum. Yaşadığımız küçük kasabanın en güzel yeri Acıgöl denilen göldü. Çevresi ormandı, çam ağaçları, rüzgarla hafif dalgalanan ve parlayan suya yansırdı. Yemyeşil çimenlerin içine gizlenmiş beyaz, pembe kır çiçekleri, gaklayan, vaklayan su kuşları, karşı kıyıda ağaçların arasından güneşin gözleri kamaştırarak, uzun huzmelerle suya vurması masal gibiydi. Suyun içindeki taşları hatta minik balıkları görebilirdik. Kışın, suya elinizi değdirirseniz buz gibi olurdu.
O buz gibi
suya Serdar'ı acımadan ittim.
Serdar'la
aynı okuldaydık. O benden dört sınıf üstteydi. Bal rengi gözleri, gülünce ortaya çıkan gamzeleri vardı ve çocukluk aşkımdı. Aşkın ne olduğunu bilmiyorduk tabii ki, aşk sandığımız, o masum, o çocukça hayranlıktı hissettiğim. Gözüm hep kaçamak bakışlarla Serdar'ı arıyordu. Onun ilgisini
çekmek için abuk sabuk şeyler yapardım. Mesela bir tepeye çıkar koşa koşa aşağı
inerdim. Bir gün Serdar'ı benim uyuz olduğum Zehra ile yan yana görüp çok
kızmıştım. Çünkü o kız da Serdar'a tıpkı benim gibi bakıyordu. Serdar'ın
kuyruğundan ayrılmadığını fark etmiyor değildim. Üstelik Serdar'dan silgi istedi; o da verdi. Sinsi şey! Gölde, ahşap bir iskele vardı. Ertesi gün Serdar'ı iskelede
o kızla çubuk kraker yiye yiye konuşurken görünce iyice tepem attı. Görürsünüz
siz! Kendiniz kaşındınız! Kızı da atmak istiyordum ama o zaman kızı kıskandığım
ve Serdar'a aşık olduğum anlaşılabilirdi. O yüzden sadece Serdar'ı suya atmaya
karar verdim. Kedi gibi sessizce arkasından yaklaştım ve FOŞ!
Yüzüme
sıçrayan soğuk sular cildimi ürpertti. Derinlik diz boyuydu o yüzden
boğulmayacağını biliyordum. Zavallı, ıslak sıçan gibi sudan çıktı.
Omuzlarını boynuna kaldırıp, ellerini göğsünde kavuşturarak, titreye titreye
koşarken
"Anneeee!
Yeşim beni göle attı!"
diye
bağırıyordu. Ben de koşa koşa kaçtım. Zehra, şaşkınlıktan elindeki krakerleri
düşürdü ve bana bağırdı:
"Manyak!"
"Sensin
manyak!"
diye
uzaktan seslendim. Dil çıkartmayı da ihmal etmedim.
Serdar
birkaç gün okula gelemedi. Üşütmüş, hastalanmıştı. Annem beni azarladı tabii.
Niye yaptığımı anlamadılar. Öğretmenin de kulağına gitmişti. O da fırçaladı.
Hastalanması, okula gelememesi, yediğim azarlarla epey pişman olmuştum. Hatta
geceleri uyumadan önce
"Allah'ım
ne olur Serdar benim yüzümden ölmesin. Ölürse Cehennem'e atma beni ne olur.
Kıskandığım için yaptım. N'apiim çok seviyorum Serdar'ı. Büyüyünce onunla
evleniriz belki Allah'ım. Lütfen ölmesin."
diye
dua ediyordum. Serdar iyileşip, okula dönünce benimle küstü tabii. Planım ters
tepmişti şimdi o kızla daha samimiydi. Zehra sinsisi beni görünce yüksek
sesle
"Serdar!
Sakın o manyak Yeşim'e yaklaşma. Deli o! Manyak!"
diyordu.
Pis!
İlkokuldan
sonra Serdar ve ailesinin İstanbul'a taşındıklarını duyunca karalar bağladım.
Serdar, buradaki maden ocağının sahibinin oğluydu. Çok zenginlerdi. Niye
bu köy gibi yerde okusun ki? Haklıydılar gitmekte. Bir daha da onunla hiç
karşılaşmadık. Babası ise madenin iki ortağından biri olduğundan sık sık
Soma'ya gelirdi. Buradaki evleri duruyordu ve emektar bir karı, koca, kahya ve
bekçi olarak çalışıyor; evlerine göz kulak oluyor, bahçeye bakım yapıyordu. Kahya kadın Nuriye teyze,
bazen beni görünce parmağını sallayarak
"Ah!
Seni! Seni!"
derdi.
Hâlâ evin beyinin oğlunu buz gibi göle attığımı unutmamıştı. Ben de başımı
önüme eğip, çıt çıkartmadan, adımlarımı hızlandırıp, kaçıyordum. E, kabahatimi
biliyordum tabii. Aradan yıllar geçti. Lise bitti. On sekiz yaşındaydım.
Üniversiteye hazırlanıyordum. Hayalim resim öğretmeni olmaktı. Gölümüzün
kartpostal güzelliğini, ağaçların ve güneş ışığının suya aksedişini,
kedilerimin pofuduk tüylerini, asil ve gizemli bakışlarını kağıtlara, tuvallere
yansıtmak istiyordum.
Ama
çocukluk aşkım Serdar'ı unutamamıştım. Acaba bir gün onu yine görecek miydim?
Ne yapıyordu? Neye benziyordu? Çok değişmiş miydi? O da beni hatırlıyor muydu?
Çocukken onu buz gibi suya atmamı unutmuş olamazdı. Acaba bu yüzden bana hâlâ kızgın mıydı? Sevdiği bir kız var mıydı?"
Devam edecek...